4 Temmuz 2009 Cumartesi
strofor
katastrof, distopya sensizlik. saç sabunluyken suların kesilmesi, müziksiz okunan bir şiir. mutsuzluk. patlak tekerlek. ölü bir zımpara. hiçbir şey söyleyememek. safi imge.
3 Temmuz 2009 Cuma
#10
"bana belki hiç balık vermedin ama sayende balık tutmayı öğrendim"
ilk sevgilisi sayılırdı. ve ilk sevgiliye böyle bir cümleyi ayrılık meyhanesinde (aşkın gece klübü olur mesela ama ayrılık varsa illa meyhane olmalıdır) söylemişti. pek başarılı bir ilişki denemezdi. zaten bu kelimeler bütünü her yönüyle anlatıyordu, yaşanmışları. kızımız, oğlumuzu sevmiş, hayatı boyunca sahip olacağı ve kendisine sahip olacak olarak onu seçmiş lakin oğlumuz bu beklentilerden uzak daha akıcı bir ilişki sürmüş ve maalesef kızımız aşkın alınan birşey değil de illa tutulması gereken birşey olduğunu anlamış. evet hepsi çıkıyordu bu cümleden tabii ki ayrılık meyhanesinin nemli duvarlarına karışmış bir önceki cümlelere gitmeseydik.
"sana, bunu bana nasıl yaparsın, ne vicdansızsın, seni nasıl sevdiğimi bilmiyor musun gibi sorular sormayacağım. vazgeçelim hepsinden artık. tek soru. değdi mi?"
denizaltı yüzeye çıktı. oğlumuz aldatılmış sanki. ve bir riyakarlık hakim gibi görünüyor cümlelerine. söylemekten vazgeçtiği şeyleri tek bir soruya topluyor. en sonda sorduğu sorunun cevabı ne olursa olsun çok acılı olacak zaten. seni çok seviyordum ve güveniyordum. senin benden güçlü olduğun gerçeğini biliyor fakat önemsemiyordum. o taş başımı yardı. kanıyor. ama değil, öyle değil. keşke öyle olsaydı. basit bir aldatma bir ilişkinin her iki tarafta da bitmesi için en hızlı yollardan biridir, tabii iki taraf da tutkusuz ve umursamaz ise...
27 Haziran 2009 Cumartesi
işkenceye hayır
İnsan Hakları Evrensel Bildirisi Madde 5
Hiç kimseye işkence ya da zalimce, insanlık dışı ya da aşağılayıcı davranı ya da ceza uygulanamaz.
Birleşmiş Milletler İşkenceye Karşı Sözleşme Madde 1
İşkence terimi, bir şahsa veya üçüncü bir şahsın işlediği veya işlediğinden şüphe edilen bir fiil nedeniyle, cezalandırmak amacıyla, bilgi ve itiraf elde etmek için veya ayrım gözeten herhangi bir nedenden dolayı bir kamu görevlisinin veya bu sıfatla hareket eden bir başka şahsın teşviki veya rızasıyla veya onayıyla uygulanan fiziki veya manevi ağır acı veya ızdırap veren bir fiil anlamına gelir.
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi Madde 3
Hiç kimse işkenceye, insanlık dışı ya da onur kırıcı ceza veya işlemlere tabi tutulamaz.
Türk Ceza Kanunu Madde 94
Bir kişiye karşı insan onuruyla bağdaşmayan ve bedensel veya ruhsal yönden acı çekmesine, aşağılanmasına yol açacak davranışları gerçekleştiren kamu görevlisi hakkında üç yıldan on iki yıla kadar hapis cezasına hükmolunur.
Güvenlik Güçleri Tarafından Yakalandığınızda:
- Ne ile suçlandığınızı, hakkınızın neler olduğunu bilme ve yakınlarına haber verme haklarına sahipsiniz.
-Kimlik bilgileriniz dışında bilgi vermeme (susma) hakkına sahipsiniz.
- Yakalandığınız andan başlayarak avukat isteme hakkına sahipsiniz.
- Avukat gelinceye kadar ve hatta avukatla görüştükten sonra dahi hakkınızdaki suçlamalarla ilgili susma (bilgi vermeme) hakkına sahipsiniz.
- Yakınlarınızdan dilediğiniz birine, yakalandığınızın bildirilmesini isteme hakkına sahipsiniz.
- Özgür iradenize dayanmayan hiçbir tutanağı imzalamamalısınız.
- Suçlamalarla ilgili olarak, lehinize olan her türlü delilin toplanmasını talep etme hakkına sahipsiniz.
- Yakalandıktan sonra en geç 24 saat içinde yargıç önüne çıkarılmanız gerekmektedir.
- Toplu olarak işlenen suçlarda (3 veya daha fazla kişi); bu süre savcı kararıyla her defasında 1 günü geçmemek kaydıyla 4 güne kadar uzatılabilir.
- Yakalama işlemine veya gözaltı süresinin uzatılmasına itiraz edebilirsiniz. Bunun için kendiniz güvenlik görevlileri aracılığı ile veya eşiniz ya da yasal temsilciniz ve müdafiiniz aracılığıyla Sulh Ceza Mahkemesine derhal başvurarak durumunuzun incelenmesini talep etme hakkına sahipsiniz.
İşkence Gördüyseniz:
- Bunu mutlaka avukatınıza söyleyerek ifade tutanağına geçirtmelisiniz.
- İşkencenin saptanması için bir doktora götürülmeyi talep etme ve bunu rapora yazdırma hakkına sahipsiniz.
- Doktora çıkarıldığınızda muayene sırasında doktorla yalnız kalma hakkına sahipsiniz.
Adliye Sevk Edildiyseniz, Savcılıkta ve Hakim Önünde;
- Kimlik bilgileri dışında herhangi bir ifade vermeme hakkınız vardır.
- Lehinize olan tüm delillerin toplanmasını isteme hakkına sahipsiniz.
- İşkence gördüyseniz, bunu savcıya anlatınız ve şikayetlerinizin mutlaka tutanağa geçirilmesini isteyiniz.
- İşkencenin ispatlanabilmesi için, doktordan rapor almak istediğinizi mutlaka belirtmelisiniz.
- Gözaltına alınırken ve gözaltından çıkarıldıktan sonra, alınacak olan sağlık raporu yani giriş-çıkış raporu için doktorla yalnız görüşme hakkına sahipsiniz. Doktor sizi muayene ederken, görevli kolluk kuvvetlerinin dışarı çıkarılmasını isteme hakkınız vardır.
- Karakolda, özgür iradenizi yansıtmayan herhangi bir tutanak imzaladıysanız, savcılıkta kabul etmeme hakkına sahipsiniz. Çünkü işkence altında alınan ifadeler geçersizdir.
Tutuklanarak Cezaevine Konulduysanız;
- Size yapılan işkenceyi kanıtlamak üzere, cezaevi hekimi aracılığı ile bir hastaneye sevkinizi isteme hakkına sahipsiniz.
- Aldığınız bu raporları avukatınıza bildirmelisiniz.
- Görünebilir işkence izleri için fotoğraf çekilmesini istemelisiniz.
Serbest Bırakıldıysanız;
İnsan hakları derneklerine, bulunduğunuz şehrin barolarına, insan hakları ve mazlumlarla dayanışma derneğine, türkiye insan hakları vakfına ve yine bulunduğunuz ilin tabip odasına başvurabilirsiniz.
Size yapılan işkence ve kötü muameleyle ilgili olarak mutlaka suç duyurusunda bulunmalı ve hukuki yollara başvurmalısınız.
Suç Duyurusu;
Savcılık tarafından, hakkınızda açılan soruşturma dosyasındaki yakınmalarınıza dayanarak işkence ve kötü muamele ile ilgili soruşturma başlamadıysa;
- Gözaltında iken alınmış,
- Savcılık aşamasında alınmış,
- Cezaevinde bulunduğunuz süreçte adli hekimden alınmış,
- Tabip odası aracılığı ile alınmış,
- Ya da herhangi bir biçimde alınmış raporunuz,
- Bunlardan başka varsa kanıtlarınız
Birini ya da elinizde bulunanların hepsini delil göstererek cumhuriyet savcılığına bir dilekçeyle suç duyurusunda bulumalısınız.
Şikayetinizle ilgili cumhuriyet başsavcılığı tarafından takipsizlik kararı verilirse, 15 gün içinde ağır ceza mahkemesine itiraz etmelisiniz.
Dilekçeniz içeriğinde;
- Olayı; yer, zaman ve biliyorsanız kişi göstererek ve tarif ederek ayrıntısıyla anlatmalısınız.
- Tanıklarınızı ya da işkence gördüğünüzü gösteren giysi ve benzeri her türlü delili belirtmelisiniz.
Şikayetinizle İlgili Dava Açılırsa;
- İşkence ve kötü muamelelerin kanıtlanması için davanızı etkin bir biçimde takip etmelisiniz.
- Bu konuda avukat yardımı almanız yararınızadır.
- Dava sonunda sanıklar beraat ederlerse yasal yollara (temyiz) başvurabilirsiniz.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine Başvurmak İçin;
- Savcılığıa yapmış olduğunuz başvuruya ilişkin takipsizlik kararı verildi ise bu karar karşı yapacağınız ağır ceza mahkemesi nezdindeki itirazın reddi halinde bu red kararının tarafınıza tebliğinden itibaren,
- Güvenlik görevlileri aleyhine yürütülen yargılama sonrasında beraat kararı verildi ise bu kararın yargıtay tarafından onandığı tarihten itibaren,
6 ay içinde Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine başvurmalısınız. Uluslararası başvuru yolları konusunda İnsan Hakları Derneklerinden, bulunduğunuz ilin barolarından, İnsan Hakları ve Mazlumlarla Dayanışma Derneğinden bilgi ve destek alabilirsiniz.
Yazarın Notu: Yazdıklarımı elime, Diyarbakır'da, 26 Haziran'da yani BM işkence görenlerle dayanışma günü'nde tutuşturdular. İyi de etmişler. Bunun yanında yardım alınan yerler hep Diyarbakır Barosu olarak geçiyordu. Ben bulunduğunuz ilin diyerek daha genişlettim bu tanımı. İçimde süphe olmasına karşın bütün illerimizin barolarının Diyarbakır Barosu gibi bu olaya önem vereceğine inanmaktayım.
10 Haziran 2009 Çarşamba
#1
dünyanın en temiz, bunun yanında en karmaşık, ne olursa olsun en cana yakın insanlarının yaşadığı bir şehirde, doğum hastanesindeyiz. okulda da çok yakın iki öğretmen arkadaş olan hamile teyzelerimiz bitişik odalarda birbirlerine acı çığlıklarını duyurabilecek kadar yakınlar. baba adaylarımız, eşlerinin acı çığlıklarını duyup hüzünlenseler de içlerinde doğacak çocuklarının tarifsiz heyecanını yaşamaktalar. resim öğretmeni olan ayla hanım ikinci çocuğa hamile. "ilki erkekti bu da kız olsun" temennisinde. sınıf öğretmenimiz hatice hanım ilk kez hamile olmasa da yaşamasının sürmesini umduğu bu çocuk "erkekle başlayalım" dualarının sahibi. birileri her iki öğretmene de gülüyor ve hoca hanımlar çocuklarına umdukları cinsiyetlerde ve sağlıklı olarak kavuşuyorlar. gerçi erdal bebek bir iki gün küvez de kalıp korkutsa da ailesini, öykü bebek ilk günden sevndiriyor ayla hanımgili. hatice hoca ile ayla hoca aynı hastanede hemen hemen aynı anda doğurdukları çocukları yüzünden daha bir yakın ahbap oluyorlar. babalar aralarında beşik kertmesi esprileri yapıyorlar aile dostu misafirliklerinde.
gel zaman git zaman artan dostluklar, büyüyen çocuklar; gelmişler iki yaşlarına eydal ile öygü. birbirlerine ancak böyle seslenebiliyorlar. erdal, tombik, toparlak bir fırlama, yaramazlıkları ile etrafına dehşet saçıyor. öykü ise şirinlikten ölecek gibi, uslu da bir yandan. etrafında olan biteni gözlüyor, anlamlı bakıyor o yaşında. yan yana geldiklerinde nötralize ediyor, öykü erdal'ı. erdal etrafındaki herşeyi unutup öyküyle ilgileniyor, başka hiçbir şeyi umursamıyor.
hep huyuna gidecek değil ya hayat, ayrı kalıyorlar erdal ile öykü bebek birbirlerinden, 3 yaşına geldiklerinde. öykü ailesi ile başka bir şehire taşınmak zorunda kalıyor. artık farklı şehirlerde yaşayan iki aile ilk sene birkaç telefon görüşmesi ile vefa örnekleri gösterseler de ertesi senelerde onlar da kesiliyor. zaten telefon görüşmelerinde de hiç konuşturtmuyorlar erdal ile öykü'yü.
gel zaman git zaman artan dostluklar, büyüyen çocuklar; gelmişler iki yaşlarına eydal ile öygü. birbirlerine ancak böyle seslenebiliyorlar. erdal, tombik, toparlak bir fırlama, yaramazlıkları ile etrafına dehşet saçıyor. öykü ise şirinlikten ölecek gibi, uslu da bir yandan. etrafında olan biteni gözlüyor, anlamlı bakıyor o yaşında. yan yana geldiklerinde nötralize ediyor, öykü erdal'ı. erdal etrafındaki herşeyi unutup öyküyle ilgileniyor, başka hiçbir şeyi umursamıyor.
hep huyuna gidecek değil ya hayat, ayrı kalıyorlar erdal ile öykü bebek birbirlerinden, 3 yaşına geldiklerinde. öykü ailesi ile başka bir şehire taşınmak zorunda kalıyor. artık farklı şehirlerde yaşayan iki aile ilk sene birkaç telefon görüşmesi ile vefa örnekleri gösterseler de ertesi senelerde onlar da kesiliyor. zaten telefon görüşmelerinde de hiç konuşturtmuyorlar erdal ile öykü'yü.
6 Haziran 2009 Cumartesi
gecekondu
bu şiir muzaffer izgü'nün gecekondu hikayesine acayip göndermeler taşır, görelim.
düşündükçe,
damı akıyor gecekondumun,
bakkala borç, manava borç,
kasabın yolunu bilmeyiz,
sigara içmeyiz ama
tekel ürünü girmiyor demedik evimize,
rakımızı eksik etmeyiz soframızdan,
hatta bizzat rakı için sofra düzeriz.
çocuk yokluk bilmez,
kadın söz dinlemez,
yuvarlanıp gidiyoruz,
mahallenin yokuşundan, eve.
ucuza bir yolunu bulsak hani,
yürümeyi de beleşe getireceğiz.
hanım "hayat pahalı" diyor,
ulan biz de para mı var bir şey alacak,
bakkalın defterine kazılı yediğimiz, içtiğimiz.
haftaya okul açılacak,
bizim çocuğun yakasını alamayız,
ah şu üniforma merakı;
ne olurdu çocuklar bahçede oynadıkları ile gitse okula.
zaten bir devlete laf anlatılmaz,
bir de bizim karıya.
dam akıyor,
suçlu yine biz,
zenginlerin yağmurunu da bize taşıyor yukarıdaki,
"olur mu öyle şey bey",
allah a toz kondurmaz.
"tövbe de bey,
daha da şiddetleniyor yağmur sen öyle dedikçe."
ulan bu kadar allah dedik,
o bir kere selahattin dedi mi be.
üşüdükçe,
daha sıkı sarılıyorum yorgana.
anam yeni yıkadı beni,
kaynar suyla,
elbiselerim kurusun diye bekliyorum,
altımda sadece tuman.
"zenginlerin birden çok giyecekleri olur,
değil mi abla?"
diye sordum.
"yat, zıbar" dedi.
ben aynı manada sanıyordum ikisini.
bir hafta kaldı,
okula gidecem,
babam önlük alacak,
derslerimin hepsi pekiyi olsa,
bir de bisiklet alacak.
zenginlerin bisikletlerinden hem de
kıskandıracağım mehmetleri,
ben de süreyim diyecekler,
vermeyeceğim hiçbirine.
zeliha istese veririm ama.
zaten o en güzel ip atlayan kızı mahallenin.
ben evleneceğim onunla,
büyük adam olunca.
üzüldükçe,
daha da yanıyorum halimize,
üç çocuk,
biri askerde,
biri serpilmiş,
biri küvezde,
sen bakma küvez dediğime,
zaten evde doğdu,
diğerleri gibi.
bir haftaya okula başlayacak,
okuyacak, her şeyi öğrenecek,
devlet ona burs bağlayacak,
sonra alim olup,
hepimizi bu mahalleden kurtaracak,
ah bir önlük alabilsek,
abisinin ki duruyor,
yamalı, kendisine bol ama,
kabul etmiyormuş okul siyah diye.
illa lacivert.
lacivert ne ki,
mavinin koyusu,
biraz daha koyult,
al sana siyah.
zaten bir biz batarız önlüklerimizle devletin gözüne.
ama o mu sadece,
kitabı, defteri var.
silgisi, kalemi var.
bizim herif dinlemez beni,
hem tembel, hem cimri.
hoş para yok ama,
olsa bile tanımaz hiçbirimizi.
aklı fikri çocukları komşuya göndermekte.
"hanım çocuklar komşuya gitsin de,
beş dakikada halledelim işi."
yo yo eli tez,
ben hiçbir şey anlamam.
bakmışım bitmiş.
süzüldükçe,
daha da akıyor gözyaşlarım,
pınarlarından.
babama üzülüyorum,
bakıyor halimize çaresizce.
selim geçiyor,
her gün manalı manalı bakıyor,
bizim pencerenin camından.
deli dolu,
fişek bir şey,
ben yoksam,
taş atıyor pencerenin camına.
ben de bu oğlanın deliliğine tutuldum ya.
"anam izin vermez gelemem" diyorum,
"kaçıracağım seni" diyor,
korkuyorum.
babam üzülür.
fakirdir ama,
hiç hayır demedi şimdiye kadar bana,
elinde ne varsa verdi,
ne zaman yüzüme baksa,
gülümsedi.
işte o gülümseme hep yetti bana.
baba şu lazım desem,
boynunu büktü,
bakamadı bana,
alırız kızım dedi,
alamadı.
anladım,
gittim sarıldım.
saçlarımı kokladı.
evleneceğim selimle.
o bir elimi soğuk sudan,
sıcak suya sokmayacak.
hizmetlilerim olacak,
onlar yapacak.
ben oturacağım evimde.
buzdolabım olacak,
fırınım olacak,
uğraşmayacağım, kömürle ateşle.
en güzel yemekleri yapacağım ona.
gerçi şimdilik fabrikada işçi ama,
yükselecek selim,
ustabaşı olacak,
maaşı ikiye katlanacak.
3 Haziran 2009 Çarşamba
güzel kızın yanındaki çirkin kızın espri yeteneği
sıfırdır. eksi bindir, onbindir de bizim takıldığımız güzel kız durmadan buna güler, peşinden ayırmaz. her yerde birliktedirler. siz tam müthiş bir kompozisyon oluşturup çok iyi bildiğiniz şeyleri anlatıp hedef hatunu etkileyecekken; bu kız bir yerden fırlar, anlamsız bir şeyler söyler ve gülmeye başlarlar. neye gülerler bilemezsiniz. sonra bu bizim komik kız bir de "aa sen takılma bize, devam et canciş" falan der, manita daha da güler düştüğünüz duruma. konsantrasyon dağıldığı için anlattığınız konuyu da toparlayamazsınız. sizin o suskunluğunuz da bir espri daha gelir bizim şu komikten. kafasını koparmak istersiniz, "bi siktirir misin?" diye sormak istersiniz, yapamazsınız. bu tür doğuştan espri yapamama konusunda yetenekli fakat etrafındakileri bir şekilde güldürebilen, özgüvensiz desen değil, var desen yine değil güzel kızların yanındaki çirkin kızlara alınacak en iyi önlem, aynı tür de yanınızda olacak bir erkek arkadaştır, başka bişi diil.
17 Mayıs 2009 Pazar
3-5 kişiye yazı yazmak
aslında aramızda üçün beşin hesabı olmaz da bu garip hissi çözümlemeye çalışıyorum. işin özüne inersek ilkin soracağımız soru "niye yazıyorsun?" olur. ben aslında okunmak için yazıyorum, paylaşmak için. hani içimi rahatlatmak, sivilceyi sıkmak, anlaşılmamak değil niyetim. ne sadece virgüllerle ayırdığım yekcümleler kuruyorum, ne de sadece benim bilebileceğim imgeleri kullanıyorum yazılarımda. ha diyeceksiniz böyle yazmak kötü müdür? değildir. güzel örnekleri vardır. ancak dedim ya ben daha çok, anlaşılmak istiyorum, anlatmaya çalışıyorum derdimi. bazen anlaşılmayacak diye üç kere söylediğim oluyor aynı şeyi.
bir aralar çeşitli sözlüklerde yazıyordum, aklıma ne gelirse. sonra baktım orada müdahale çok yazı tipime ya da ben müdahale edilecek diye yazı tipimi değiştiriyorum, bıraktım. artık kendi blogumda georgia tipinde takılıyorum. ancak tabii ki sözlüğün ratingi daha fazlaydı, daha çok insan okuyordu yazılanları. ancak sürekli siyaset, sürekli seks, sürekli futbol konuşan güruh süresiz bıktırdı sözlüklerden beni. ha şimdi üzerimde bir emekli havası var böyle; bu blog da benim emekli ikramiyemle kurup, esnaflığa soyunduğum dükkanım. her ne kadar sözlüklerde çok büyük işler başaramasam da (aslında istediğim herşeyi elde ettim) doydum oralara, egom doldu. e böyle olunca zaten çok şey beklemediğim bu dükkanda 3-5 tanıdığı misafir etmek güzel oluyor. bakıyorum bazen tanımadıklarım da alaka gösteriyor, e onlar da buyursun gelsin tabii, değmeyin keyfime.
10 Mayıs 2009 Pazar
monarch
sebebi bulanık,
ıstırabı berrak,
bir komadayım.
hangi dalımı tutsan kırılır.
senin sıcaklığını hiçbir mevsime değişmezken,
benim mevsimim hep sonbahardır.
birbirine kavuşamayan kar taneleriyiz,
yine de
bekliyorum şafağı,
uzak,
yine de
kalbimde aşkının gurultusu,
karnımda kelebekler.
1 Mayıs 2009 Cuma
mayıs sendromu
katalizörlerin etkisiyle, bu yıl pas geçeceğini umduğum mayıs sendromum, benden belirsiz bir zamanda ve mekanda henüz mayıs olmadan, 30 nisan'ın ilk saatlerinden başladı. ilkbaharın son ayında yaşadığım bu psikolojik bozuntuya en iyi de bir sonbahar şarkısı gidiyor: lake of tears - forever autumn. bu şarkı eşliğinde geçen sene pek çok melankolik yazı yazmıştım, bir örnek.
11 ayımın sultanı mayıs, boş bir kola kutusunun içine düşen hamamböceğinin karanlığında geçiyor benim için. sanki geriye kalan aylar yarı aydınlık iken bu deyus tam karanlık. herşey alabildiğine kötü. istediğim hiçbir sonuca ulaşamazken, istemediğim ve beklemediğim pek çok olay da beni buluyor. arkadaşlarımla, sevgililerimle olan ilişkilerim orta şiddetten başlayan depremler geçiriyor, üstümde gezen melankolik bulut sayesinde hiçbir şeyden zevk alamazken, hafif rahatsız edici travmasında yaşadığım ne varsa benim için cehennem azabına dönüşüyor. ne anne koynu sıcaklığı arıyorum, ne deniz kıyısında ya da ormanın içinde herkesten uzak bir tatili. hayatıma olduğu gibi devam ediyorum. çünkü hiçbir tatilin bu ay içerisinde bana iyi geleceğini düşünmüyorum. daha çok zaman öldürmeye çalışıp, çabuk bitirmek istiyorum mayısı.
"neden böyle oluyor peki?" sorusuna yanıt bulamadım henüz. oluyor. engelleyemiyorum. geçen sene mayıs bitince, böyle bir sendromun olmadığının, bunu kendimin yaratıp ilerlettiğimin, her yıl mayıs ayını bekleyip bile bile bu melankoliye girdiğimin sonucuna varıp, bu sene, çıkardığım bu sonucun verdiği özgüvenle "olmayacak" dediğim, oldu yine. şu an uzun süredir dinlemediğim, forever autumn'u dinliyorsam tam içindeyimdir.
hayırlı olsun.
11 ayımın sultanı mayıs, boş bir kola kutusunun içine düşen hamamböceğinin karanlığında geçiyor benim için. sanki geriye kalan aylar yarı aydınlık iken bu deyus tam karanlık. herşey alabildiğine kötü. istediğim hiçbir sonuca ulaşamazken, istemediğim ve beklemediğim pek çok olay da beni buluyor. arkadaşlarımla, sevgililerimle olan ilişkilerim orta şiddetten başlayan depremler geçiriyor, üstümde gezen melankolik bulut sayesinde hiçbir şeyden zevk alamazken, hafif rahatsız edici travmasında yaşadığım ne varsa benim için cehennem azabına dönüşüyor. ne anne koynu sıcaklığı arıyorum, ne deniz kıyısında ya da ormanın içinde herkesten uzak bir tatili. hayatıma olduğu gibi devam ediyorum. çünkü hiçbir tatilin bu ay içerisinde bana iyi geleceğini düşünmüyorum. daha çok zaman öldürmeye çalışıp, çabuk bitirmek istiyorum mayısı.
"neden böyle oluyor peki?" sorusuna yanıt bulamadım henüz. oluyor. engelleyemiyorum. geçen sene mayıs bitince, böyle bir sendromun olmadığının, bunu kendimin yaratıp ilerlettiğimin, her yıl mayıs ayını bekleyip bile bile bu melankoliye girdiğimin sonucuna varıp, bu sene, çıkardığım bu sonucun verdiği özgüvenle "olmayacak" dediğim, oldu yine. şu an uzun süredir dinlemediğim, forever autumn'u dinliyorsam tam içindeyimdir.
hayırlı olsun.
29 Nisan 2009 Çarşamba
hayatı boyunca tek bir kişiye aşık olan insan
insanları sınıflandırıyoruz ya şöyle böyle diye. al işte bir tanesi daha...
imrenmiyor muyum? imreniyorum aslında. keşke sadece birini sevebilseydim, onun aşkıyla yazsaydım tüm hikayeleri, tüm şiirleri. ancak kliplerde, filmlerdeki gibi alın alına verdiğimizde okunabilseydi yazılmış kaderimiz. olmadı, çok aşık oldum. kime gittiysem rahatsız oldu bu durumdan. belki çocukluğumda bana verilmeyen sevgiyi arıyordum onların koynunda. ya da özgüvensizdim. pohpohlanmalıydım, götüm kaldırılmalıydı. arayıştaydım veyahut, mentonu en gelişmiş bireyi bulmaya çalışıyordum. hiçbiri değildi sanırım. sevmeyi sevdim ben. o yüzden çok aşık oldum. ve her aşık olduğumda en çok üzüldüm. bazen tek ben üzüldüm. bıkmadım. yine aşık oldum. çaya atılmış, kaşıktan kaçan şeker gibi kaçmadım. üzüleceğimi, terk edileceğimi bile bile sevdim. sevilmeyeceğimi bile bile... otodidaktım sevme konusunda.
ve dediğim o ki aslında hayatı boyunca tek bir kişiye aşık olan insan sevmeyi sevmeyen insandır, kanaat notum kıttır onlara. daha çok kendilerini severler. hoş, birileri "kendini sevmeyen başkasını sevemez" demiş ancak dediğim gibi bir kişiye aşık oluyorlar. bunlar daha çok kişisel gelişim (para, güç, ego) peşinde koşar. "self improvement is masturbation"'ı hiç duymamışlardır ya da duymuşlardır da bile bile üstüne giderler. sevdiler mi de çok sevemezler, çünkü önlerinde kendilerine olan sevgileri gibi büyük bir engel vardır. literatüre dökülmüş büyük aşklar dediğimizde ise mecnun'un, romeo'nun önceden hiç kırıkları olmadı mı zannedersiniz? senkronlanmış iki kronometre gibi aşkın tanımı aynı anda mı başladı sevdikleri ile kendileri için?
lütfen yorumlar kısmında sorulara vereceğiniz cevaplarla birbirinizi incitmeyin. şaka lan şaka. 3 kişi takip ediyor zaten blogu.
imrenmiyor muyum? imreniyorum aslında. keşke sadece birini sevebilseydim, onun aşkıyla yazsaydım tüm hikayeleri, tüm şiirleri. ancak kliplerde, filmlerdeki gibi alın alına verdiğimizde okunabilseydi yazılmış kaderimiz. olmadı, çok aşık oldum. kime gittiysem rahatsız oldu bu durumdan. belki çocukluğumda bana verilmeyen sevgiyi arıyordum onların koynunda. ya da özgüvensizdim. pohpohlanmalıydım, götüm kaldırılmalıydı. arayıştaydım veyahut, mentonu en gelişmiş bireyi bulmaya çalışıyordum. hiçbiri değildi sanırım. sevmeyi sevdim ben. o yüzden çok aşık oldum. ve her aşık olduğumda en çok üzüldüm. bazen tek ben üzüldüm. bıkmadım. yine aşık oldum. çaya atılmış, kaşıktan kaçan şeker gibi kaçmadım. üzüleceğimi, terk edileceğimi bile bile sevdim. sevilmeyeceğimi bile bile... otodidaktım sevme konusunda.
ve dediğim o ki aslında hayatı boyunca tek bir kişiye aşık olan insan sevmeyi sevmeyen insandır, kanaat notum kıttır onlara. daha çok kendilerini severler. hoş, birileri "kendini sevmeyen başkasını sevemez" demiş ancak dediğim gibi bir kişiye aşık oluyorlar. bunlar daha çok kişisel gelişim (para, güç, ego) peşinde koşar. "self improvement is masturbation"'ı hiç duymamışlardır ya da duymuşlardır da bile bile üstüne giderler. sevdiler mi de çok sevemezler, çünkü önlerinde kendilerine olan sevgileri gibi büyük bir engel vardır. literatüre dökülmüş büyük aşklar dediğimizde ise mecnun'un, romeo'nun önceden hiç kırıkları olmadı mı zannedersiniz? senkronlanmış iki kronometre gibi aşkın tanımı aynı anda mı başladı sevdikleri ile kendileri için?
lütfen yorumlar kısmında sorulara vereceğiniz cevaplarla birbirinizi incitmeyin. şaka lan şaka. 3 kişi takip ediyor zaten blogu.
20 Mart 2009 Cuma
ayrılık ve yalnızlık üzerine güzellemeler
ayrılığını fondiplemez şirret yalnızlığım. gelecek sen olmadan bir idare lambasının saçtığı ışık kadar aydınlık. ve ben, kendime yasak etmeliyim bu kelimeyi bencilliğimden, güçsüzüm, sana baş kaldıramam.
oysa sen kuyruğuma kadar bilirsin beni. hümanist bir misanthrope, post bir anakronist, ancak bandırma vapuru kadar kahraman, bazen kendine öteki, göz yaşları dakik, marleyleri kaldırıp suçu kardeşine atmış, çok kültürlülük kültürsüzü.
diyarbekir mala min,
tê de digirî gula min.
roja tu ji min dur ketî,
qîrîn kete canê min.
ben mazimi mazim beni arıyor,
ölmeden mezara giresim gelir.
ohhhhhhhhhh darling,
please believe me,
i'll never do you no harm.
15 Mart 2009 Pazar
Tİ5Sİ - 5 - Kaspar Hauser
bu insan hepimizden farklı olarak biraz vahşice büyütülmüş. vahşi derken yağmur ormanlarından, bunların balta girmemişlerinden ya da hayvanat bahçelerinde ki kaplanların yamacından bahsetmiyorum, bildiğin ahıra atılmış, hayat sayfasının marjini hepmizinkinden uzun olan. bu duruma zamanın evropasında pek sık rastlanırmış da shinji ikari kılıklı sekerrenk saçlara sahip ahırda kala kala aşşablaşmış küçük dev nasıl sıyrılmış onların arasından derseniz, cevabını ahırdan çıkar çıkmaz alafranga tuvalete gitmiş şeklinde vermem. kendisinin bazı psişik güçleri varmış, bu psişik güçler bir dadaistinkinden farklı olarak, çocukluğundan itibaren zindana tıkılarak hapsedilen bilincinin,özgür ve temiz havaya çıkması ile vücut buluyor. öyle psişik dediysek falınıza bakmıyor, aspiratör gibi bir bilinci, fotoğrafik bir hafızası var ve diğer insanlardan farklı olarak elektrik ve manyetiğe aşırı tepkisi var.
sürekli estivasyon halinde olan kaspar'ı 26 mayıs 1828'de (sallamıyorum, ahmet'in doğumgünü o tarih)(hayır ahmet 1828 de doğmadı) elinde bulunduğu kasabanın şerifinin adresi ile bir ayakkabıcı bulur. götürür kasabanın şerifine. kaspar arada birşeyler söyler ama joker (her joker deyişimde aklıma heath ledger gelir, her heath ledger geldiğinde yukardaki yıldızlara bakarım) gibi adam çözmek lazım kafa yormak lazım. bunun yanında kendisi de mutlu değil, çevresine alışamamış, sürekli ağlıyor, iki gözü iki çeşme, dakriyoadenit olacak (ne alakaysa). sonra bunu bir psikoloğa kontrol ettirirler. psikoloğun tanısı kaspar'ın deli ya da gerizekalı olmadığı yönünde, fakat bütün eğitimsel ve sosyal hayattan zorla alıkonulmuş. ayrıca dizlerinin sürekli kırık olması şimdiye dek çok fazla ayakta durmadığına bağlar psikolog. ayrıca kaspar'ın geceleri enteresan bir şekilde daha iyi gördüğünü ve geceleri pteronları olan bir tanrı kadar mutlu olduğunu da çiziktirmiş bir yerlere. kaspar ise geceleyin ilk kez gökyüzündeki yıldızları gördüğünde hayran kalır.
yemeği su ve ekmek. bunun dışındakileri tükürse de çevresindekilere çok kibar davranır kimseyle tutoyant mertebesine çıkmaz. en küçük bir böceği bile incitmez (gerçek anlamda). tıpkı yeni doğmuş bir bebek gibi, mumu görüp alevini tutmaya çalışınca elini yakar ve ağlar. aynanın karşısına ilk geçtiğinde aynadaki yansımasını farklı biri olarak algılar ve onunla oyun oynar. gördüğü bütün parlak objeler ilgisini çeker, bunlar erişemeyeceği yerlere konulunca yine ağlar. önceleri bütün hayvanlara "at bu" dese de zamanla renkli olanları bir savak gibi bu bakışını değiştirir. koyu renklere sahip nesneler kendisini ürkütür. en sevdiği renk açık kırmızıdır, yeşil ve siyahtan nefret eder, bu yüzden, dışarıda ormanda gezmeyi sevmez pek. fakat korkusu ağaçlara, ormana değildir, karanlığadır. bir gün bir çocuk gidip ağaca tekme atar, kaspar ağacın canının yandığını sanıp ağlamaya başlar.
kaspar'ın anlatımına göre (konjektürellikten biraz daha uzaktır) ahırın penceresi yokmuş ve kendisi hiç güneşi doğrudan görmemiş, ığrıpla balık tutmamış ve hiç uzanarak uyumamış, hep oturur vaziyette. kendisinden sürekli üçüncü bir kişi olarak konuşur kaspar. "kaspar aç değil." "kaspar pembe tuvaletli bayana iktiran etmek istiyor" gibi.
kendisi için gelen ikinci bir psikolog da yüzünde hiç sakal olmadığını (kaspar'ın yaşı sürekli bir muamma olarak kalmıştır) ve gözlerinin boşluğu genellikle boşluğa baktığını gözlemlemiş.
kaspar zamanla et yemeye de başlayıp vücudunu güçlendirince psişik özellikleri ortaya çıkmaya başlar. okuduğu şeyleri unutmaz, karanlıkta mavi ve yeşil rengi bile birbirinden ayırabilir, keskin gözlere sahip bir insanın ancak bir iki yıldız seçebildiği puslu bir gecede kaspar takım yıldızların sinopsisini çıkarır, başka odadan birinin ıslığını kendisiyle aynı odada olan hiç kimse duymasa da o kalkıp kolbastı yapar. fakat bu özelliklerinin kimi durumlarda kendisini olumsuz yönde etkilediği de gözlemlenir. yüksek sesler ve aşırı parlak ışıklar kendisini oldukça rahatsız eder.
kaspar zamanının avrupasının parlayan çocuğu olur böylece, taa beni ahmerden duyulur namı bu ecbe gencin. tabii kendisine meşakkada da bulunulup suikast girişimleri de olur, avrupa gazetelerinde boy gösterince. kendisine ilk suikast girişimi bir kasap bıçağıyla yapılır fakat kaspar kendini bir şekilde bu saldırıdan kurtararak kaçar. ancak bu saldırı mukannen değil, kimileri kaspar'ın hayal gördüğünü düşünür. fakat kaspar'ın psikolojisi anlattığı bu saldırından sonra oldukça değişir.
daha sonra ise kendisinin ölümüne sebep olan ikinci bir saldırı gerçekleşir. kaspar'ın anlatımına göre kendisine bir amele bir not getirir ve bu notta bir adamın kendisini parkta beklediğini ve adamın kaspar'ın annesinin kim olduğunu bildiği yazılıdır. kaspar parka gider, siyahlar giyinmiş, elinde siyah bir cüzdan olan adam kendisine doğru yaklaşır. elindeki cüzdanı fırlatan adam kaspar'ı ciğerinden ve midesinden bıçaklayıp kaçar. kaspar'da kaldığı eve doğru gider. polisler olay yerini araştırdıklarında adamı bulamasalar da siyah cüzdanı bulurlar. siyah cüzdanın içinden bir not çıkar. not tersten yazılmış, ambulans'ın yazıldığı gibi: "kaspar beni tanıyor, kim olduğumu size anlatacaktır" fakat kaspar kendisini sorgulayan polise adamı tanımadığını anlatır. birkaç gün sonra ise canını ilahi kudrete teslim eder. polisler parka yağmış kardan ayak izlerine baktıklarında ise sadece birkaç kişininkini ve kaspar'ınkini bulurlar. parktan birinin koşarak kaçtığına dair bir delil yok.
kaspar'ın mezar taşında ise şu yazılıdır: "burada kaspar hauser yatar. doğumu bilinmez, ölümü meçhuldur."
bu kadar anlattım kendisini gelelim neden tanışmak istediğime, o bir enterprise'dır. girmeye korktuğumuz yerlerine girmiştir hayatın yaşamı boyunca, hiçbirimiz belki de onun kadar algılayamamış, onun baktığı gibi bakamamışızdır dünyaya.
sürekli estivasyon halinde olan kaspar'ı 26 mayıs 1828'de (sallamıyorum, ahmet'in doğumgünü o tarih)(hayır ahmet 1828 de doğmadı) elinde bulunduğu kasabanın şerifinin adresi ile bir ayakkabıcı bulur. götürür kasabanın şerifine. kaspar arada birşeyler söyler ama joker (her joker deyişimde aklıma heath ledger gelir, her heath ledger geldiğinde yukardaki yıldızlara bakarım) gibi adam çözmek lazım kafa yormak lazım. bunun yanında kendisi de mutlu değil, çevresine alışamamış, sürekli ağlıyor, iki gözü iki çeşme, dakriyoadenit olacak (ne alakaysa). sonra bunu bir psikoloğa kontrol ettirirler. psikoloğun tanısı kaspar'ın deli ya da gerizekalı olmadığı yönünde, fakat bütün eğitimsel ve sosyal hayattan zorla alıkonulmuş. ayrıca dizlerinin sürekli kırık olması şimdiye dek çok fazla ayakta durmadığına bağlar psikolog. ayrıca kaspar'ın geceleri enteresan bir şekilde daha iyi gördüğünü ve geceleri pteronları olan bir tanrı kadar mutlu olduğunu da çiziktirmiş bir yerlere. kaspar ise geceleyin ilk kez gökyüzündeki yıldızları gördüğünde hayran kalır.
yemeği su ve ekmek. bunun dışındakileri tükürse de çevresindekilere çok kibar davranır kimseyle tutoyant mertebesine çıkmaz. en küçük bir böceği bile incitmez (gerçek anlamda). tıpkı yeni doğmuş bir bebek gibi, mumu görüp alevini tutmaya çalışınca elini yakar ve ağlar. aynanın karşısına ilk geçtiğinde aynadaki yansımasını farklı biri olarak algılar ve onunla oyun oynar. gördüğü bütün parlak objeler ilgisini çeker, bunlar erişemeyeceği yerlere konulunca yine ağlar. önceleri bütün hayvanlara "at bu" dese de zamanla renkli olanları bir savak gibi bu bakışını değiştirir. koyu renklere sahip nesneler kendisini ürkütür. en sevdiği renk açık kırmızıdır, yeşil ve siyahtan nefret eder, bu yüzden, dışarıda ormanda gezmeyi sevmez pek. fakat korkusu ağaçlara, ormana değildir, karanlığadır. bir gün bir çocuk gidip ağaca tekme atar, kaspar ağacın canının yandığını sanıp ağlamaya başlar.
kaspar'ın anlatımına göre (konjektürellikten biraz daha uzaktır) ahırın penceresi yokmuş ve kendisi hiç güneşi doğrudan görmemiş, ığrıpla balık tutmamış ve hiç uzanarak uyumamış, hep oturur vaziyette. kendisinden sürekli üçüncü bir kişi olarak konuşur kaspar. "kaspar aç değil." "kaspar pembe tuvaletli bayana iktiran etmek istiyor" gibi.
kendisi için gelen ikinci bir psikolog da yüzünde hiç sakal olmadığını (kaspar'ın yaşı sürekli bir muamma olarak kalmıştır) ve gözlerinin boşluğu genellikle boşluğa baktığını gözlemlemiş.
kaspar zamanla et yemeye de başlayıp vücudunu güçlendirince psişik özellikleri ortaya çıkmaya başlar. okuduğu şeyleri unutmaz, karanlıkta mavi ve yeşil rengi bile birbirinden ayırabilir, keskin gözlere sahip bir insanın ancak bir iki yıldız seçebildiği puslu bir gecede kaspar takım yıldızların sinopsisini çıkarır, başka odadan birinin ıslığını kendisiyle aynı odada olan hiç kimse duymasa da o kalkıp kolbastı yapar. fakat bu özelliklerinin kimi durumlarda kendisini olumsuz yönde etkilediği de gözlemlenir. yüksek sesler ve aşırı parlak ışıklar kendisini oldukça rahatsız eder.
kaspar zamanının avrupasının parlayan çocuğu olur böylece, taa beni ahmerden duyulur namı bu ecbe gencin. tabii kendisine meşakkada da bulunulup suikast girişimleri de olur, avrupa gazetelerinde boy gösterince. kendisine ilk suikast girişimi bir kasap bıçağıyla yapılır fakat kaspar kendini bir şekilde bu saldırıdan kurtararak kaçar. ancak bu saldırı mukannen değil, kimileri kaspar'ın hayal gördüğünü düşünür. fakat kaspar'ın psikolojisi anlattığı bu saldırından sonra oldukça değişir.
daha sonra ise kendisinin ölümüne sebep olan ikinci bir saldırı gerçekleşir. kaspar'ın anlatımına göre kendisine bir amele bir not getirir ve bu notta bir adamın kendisini parkta beklediğini ve adamın kaspar'ın annesinin kim olduğunu bildiği yazılıdır. kaspar parka gider, siyahlar giyinmiş, elinde siyah bir cüzdan olan adam kendisine doğru yaklaşır. elindeki cüzdanı fırlatan adam kaspar'ı ciğerinden ve midesinden bıçaklayıp kaçar. kaspar'da kaldığı eve doğru gider. polisler olay yerini araştırdıklarında adamı bulamasalar da siyah cüzdanı bulurlar. siyah cüzdanın içinden bir not çıkar. not tersten yazılmış, ambulans'ın yazıldığı gibi: "kaspar beni tanıyor, kim olduğumu size anlatacaktır" fakat kaspar kendisini sorgulayan polise adamı tanımadığını anlatır. birkaç gün sonra ise canını ilahi kudrete teslim eder. polisler parka yağmış kardan ayak izlerine baktıklarında ise sadece birkaç kişininkini ve kaspar'ınkini bulurlar. parktan birinin koşarak kaçtığına dair bir delil yok.
kaspar'ın mezar taşında ise şu yazılıdır: "burada kaspar hauser yatar. doğumu bilinmez, ölümü meçhuldur."
bu kadar anlattım kendisini gelelim neden tanışmak istediğime, o bir enterprise'dır. girmeye korktuğumuz yerlerine girmiştir hayatın yaşamı boyunca, hiçbirimiz belki de onun kadar algılayamamış, onun baktığı gibi bakamamışızdır dünyaya.
tanışmak istenilen 5 süper insan
itiraftır: erdem'den çaldım bu 5 ayağını. belki moliere'in cimri'sini, pinti hamit diye çevirme tandansında bir aksiyon olacak ama kendisinin blog'unu okumaya ilk başladığım andan beri kıskanıyordum 5'lilerini. ve bu 5'lilere -ki neden 5'ler diye sorarsınız, bir battlestar galactica, bir cylon referansı yapmam, erdem'den gördüm derim, benim uğurlu olduğuna inandığım sayım derim- tarih olup -spoiler oldu, evet hiçbiri şu an yok- tanışmak istediğim insanlarla başlayacağım. düz adam konjektürü: bu adam hem tarihi seviyor, hem de insanları.
13 Mart 2009 Cuma
ilkokulda reddedilmenin parapsikolojisi
anlat dedim,
anlat günahlarını.
susmadı.
bana bu aşkı da psikolojiyle açıklama dedi.
parapsikoloji diyelim dedim.
bilmem artık dedi.
o zamanlar ilkokul dörtteyim,
ayakkabımın içine dolan suda boğulacağım ama,
sınıf başkan yardımcısıyım.
başkan gamze.
yanyana oturuyoruz.
kış tabii,
mevsim değil,
gamze.
fakat yaz sıcağı var içimde,
okula gideceğim, heyecan,
bir laf söylesem, kekeme.
aşık mı oldun lan diyorum,
ne bileyim ki diyorum sonra,
bilmiyorum nedir,
müsvedde de olsa daha karalanmamış hiçbir şey defterlere.
böyle böyle beşe geçiyorum.
yine beraberiz,
altın bir çağ o zaman ilkokul,
bilmiyorsun hiçbir şeyi,
garip bir bahtiyarlık.
tek tasam o,
yoksa hayat yeknesak.
tutturmuş bir kolej,
kursa gideceğim cumartesi-pazar,
kolej için.
gidelim diyorum,
o zaman.
ama hangi parayla,
kantinde simit satıyorsun,
ki bir tek o satılabiliyor o zaman okulda,
biriktirdiğin paralarla,
gazoz seviyor diye,
kaçıyorsun okuldan,
bakkaldan alıyorsun.
abla tek başına içemezmiş,
metazori,
bir de sen içiyorsun.
çıkıyorsun babanın karşısına,
koleje gideceğim,
kurs lazım diyorsun.
baba tamam diyor.
sorup, soruşturuyor,
birilerini araya koyuyor,
hallediyor.
kurs tamam.
ama...
gamze'nin kursu başka,
ne anlamı kaldı?
değiştir diyorsun,
değiştirmiyor baba.
gitmiyorsun ne kursa, ne koleje.
şımarıklığın babada kalıyor,
nur içinde yatsın.
ilkokul bitiyor,
gamze yazlıkta,
abla sosyete tabi,
haber yok ondan.
ben dükkandayım,
hala gazoz, simit satıyorum.
binalarından bir çocuk tanıyorum,
soruyorum,
ailecek tanışıyorlar,
kazandı mı gamze koleji?
kazanamadı.
ne yapacak.
zegeleye gidecek.
beni tutmayın daha.
baba ben zegeleye gideceğim,
tabi oraya gideceksin,
evinin dibi.
babam bile razı.
kayıtlar yapılıyor,
hala haber yok gamzeden.
sınıf listeleri asılıyor,
1/a,
gamze devabulmaz.
ben yokum,
1/d deyim.
koşuyorum babamın yanına,
babam ayarlayamıyor,
ayarlatamıyor.
farklı sınıflarda başlıyor,
başka bir kış.
başlarda ilkokuldaki gibi,
yine birlikteyiz..
sonra başkalarını tanıyor.
halbuki ben vermişim kendimi ona,
iki kişinin ismini sayamam sınıfta.
tenefüsler nefes vermiyor bana,
yalnızım.
dayanamıyorum,
ahir vakit.
gamze,
ben seni seviyorum.
ben de seni seviyorum.
ben öyle sevmiyorum...
...
ama ben kardeş gibi seviyorum...
hala hata mıdır,
değil midir bilemem,
zaten pek de anlamam.
bitmedi.
kardeş deyip öptü yanağımdan,
ve bir daha öpülmedi o yanak,
sanki bir yara bırakmıştı da yanağımın olduğu yere,
öpmedi kimse,
tam 20 yıl.
kapattım,
düşünmedim,
bir daha yaklaşamadım,
uzaktı hep bana.
savaşmadım.
savaşamadım.
ömrüm nadas.
adından anlamalıydım oysa,
gamze devabulmaz.
dünyanın en büyük kalbine sahip insanına gelsin.
anlat günahlarını.
susmadı.
bana bu aşkı da psikolojiyle açıklama dedi.
parapsikoloji diyelim dedim.
bilmem artık dedi.
o zamanlar ilkokul dörtteyim,
ayakkabımın içine dolan suda boğulacağım ama,
sınıf başkan yardımcısıyım.
başkan gamze.
yanyana oturuyoruz.
kış tabii,
mevsim değil,
gamze.
fakat yaz sıcağı var içimde,
okula gideceğim, heyecan,
bir laf söylesem, kekeme.
aşık mı oldun lan diyorum,
ne bileyim ki diyorum sonra,
bilmiyorum nedir,
müsvedde de olsa daha karalanmamış hiçbir şey defterlere.
böyle böyle beşe geçiyorum.
yine beraberiz,
altın bir çağ o zaman ilkokul,
bilmiyorsun hiçbir şeyi,
garip bir bahtiyarlık.
tek tasam o,
yoksa hayat yeknesak.
tutturmuş bir kolej,
kursa gideceğim cumartesi-pazar,
kolej için.
gidelim diyorum,
o zaman.
ama hangi parayla,
kantinde simit satıyorsun,
ki bir tek o satılabiliyor o zaman okulda,
biriktirdiğin paralarla,
gazoz seviyor diye,
kaçıyorsun okuldan,
bakkaldan alıyorsun.
abla tek başına içemezmiş,
metazori,
bir de sen içiyorsun.
çıkıyorsun babanın karşısına,
koleje gideceğim,
kurs lazım diyorsun.
baba tamam diyor.
sorup, soruşturuyor,
birilerini araya koyuyor,
hallediyor.
kurs tamam.
ama...
gamze'nin kursu başka,
ne anlamı kaldı?
değiştir diyorsun,
değiştirmiyor baba.
gitmiyorsun ne kursa, ne koleje.
şımarıklığın babada kalıyor,
nur içinde yatsın.
ilkokul bitiyor,
gamze yazlıkta,
abla sosyete tabi,
haber yok ondan.
ben dükkandayım,
hala gazoz, simit satıyorum.
binalarından bir çocuk tanıyorum,
soruyorum,
ailecek tanışıyorlar,
kazandı mı gamze koleji?
kazanamadı.
ne yapacak.
zegeleye gidecek.
beni tutmayın daha.
baba ben zegeleye gideceğim,
tabi oraya gideceksin,
evinin dibi.
babam bile razı.
kayıtlar yapılıyor,
hala haber yok gamzeden.
sınıf listeleri asılıyor,
1/a,
gamze devabulmaz.
ben yokum,
1/d deyim.
koşuyorum babamın yanına,
babam ayarlayamıyor,
ayarlatamıyor.
farklı sınıflarda başlıyor,
başka bir kış.
başlarda ilkokuldaki gibi,
yine birlikteyiz..
sonra başkalarını tanıyor.
halbuki ben vermişim kendimi ona,
iki kişinin ismini sayamam sınıfta.
tenefüsler nefes vermiyor bana,
yalnızım.
dayanamıyorum,
ahir vakit.
gamze,
ben seni seviyorum.
ben de seni seviyorum.
ben öyle sevmiyorum...
...
ama ben kardeş gibi seviyorum...
hala hata mıdır,
değil midir bilemem,
zaten pek de anlamam.
bitmedi.
kardeş deyip öptü yanağımdan,
ve bir daha öpülmedi o yanak,
sanki bir yara bırakmıştı da yanağımın olduğu yere,
öpmedi kimse,
tam 20 yıl.
kapattım,
düşünmedim,
bir daha yaklaşamadım,
uzaktı hep bana.
savaşmadım.
savaşamadım.
ömrüm nadas.
adından anlamalıydım oysa,
gamze devabulmaz.
dünyanın en büyük kalbine sahip insanına gelsin.
17 Şubat 2009 Salı
eldeki taş izlerinden 40 yıl cezaya çarptırılmak ve bunalım ve mutluluk üzerine notlar
burada oluyor...
yaşadığım şehirde, gördüğüm, bildiğim "çocuklara".
kameralarıyla çekiyorlar bir de... ellerini açtırıyorlar, cetvelle sıra dayağına sokulmuşlar gibi... halbuki cetvelle sıra dayanağına çekenlerin amacı dahi "çocuklar" a iyilik. ama onların öyle değil, yok etmek, silmek, "taksim'de sallandıracaksın iki tanesini, bak bir daha yapıyorlar mı" önlemi.
elinde taş izi varsa eğer, suçlu. hangimizin elinde taş izi olmadı ki? (bilmeyenler, çocukluklarını anımsamayanlar, çocuklarını tanımayanlar için hatırlatma: koşarken yere düşersin, betona. burnuna bir koku gelir hatta, ellerin yanar, -kartopu oynadıktan sonraki gibi değil de daha can acıtısı- bakarsın ellerine, beyazlaşmış bazı yerleri, hatta kimi yeri açılmış, beyazlığın yanında kırmızı bir sıvı. işte o iz. kan isteğe bağlı.) hangimiz suçlu değiliz ki? polisle eyleme giren bu çocuklar yakalandıkları zaman, suçlu oluyorlar. onu yaşatmakla, eğitmekle yükümlü devlet, "ellerinden" alıyor haklarını. ve israil'e taş atan filistin çocuklarına ağlarken, yardım ederken, o çocuklar için yaygaralar koparırken, bizimkileri suçlu buluyor.
ikiyüzlülük
geçen yılda aynı şeyler yaşanmıştı bu kentte. arabayla önünden geçiyordum olayların, üstüme doğru koşan, şu zamanlarda çok popüler olan puşileri, atılan göz yaşı bombalarından kendilerini korumak için takan çocuklar koşuyorlardı üzerime. park edip arabayı onların arasına karışmak istedim. onlarla beraber kaçmak istedim. neyden ve neden, hangi amaç uğruna kaçtığım önemli değildi. yapmadım. devam ettim yola. bir panzer kesmişti yolu. oraya çıkan bütün yollar kapalı olmasına rağmen nereden girdiğimi bilmeden karışmıştım aralarına. bir polis duruyordu panzerin önünde. her zaman korkmuş olduğum polise bilmediğim bir özgüvenle, kuşkusuz kaçan çocuklardan aldığım coşkuyla, arabanın camından çıkıştım; "kardeşim, açsanıza yolu, burada beklemek zorunda mıyım?". "peki, beyefendi" dedi çekinerek. beklemediğim bir cevaptı, panzere seslendi, panzer yolu açtı. lakin aldığım cevap kuşkusuz altımdaki arabayaydı, giydiğim şık cekete, taktığım "entel" çerçeveli gözlüğeydi. muhtemelen benden önce önemli birileri çıkışmıştı da yoğurdu üfleyerek yiyordu.
ikiyüzlülük.
hiçbir farkım yoktu o çocuklardan, hatta işledikleri suçu işlemeyi ben de "düşünmüştüm". hiçbir farkım yoktu o çocuklardan; arabam, şık ceketim, entel çerçeveli gözlüğüm dışında.
bunalım, cevaplarını bilmediğin, bilemediğin soruları sormaktır kendine. zaten bir kere bir sorunun cevabını bulmuşsan, geri dönmüyorsun daha. o sorular yiyip bitirmektir kendini. etrafta var olan bütün olumsuzluklara daha fazla kafayı takmak, kendinden kötü halde olanları görüp onların yerinde olabileceğini düşünmek ve buna üzülmektir. özgüvenin yerle bir olmasıdır. üzülmek dışında birşey yapamamaya üzülmektir. mutluluğun tersidir.
mutluluk, mutlu olmanın hayalini kurmaktır. zaten hiçbirimiz yeteri kadar mutlu olamayacağız. park yeri bulunmayan bir semtte, park yeri bulmaktır.
yaşadığım şehirde, gördüğüm, bildiğim "çocuklara".
kameralarıyla çekiyorlar bir de... ellerini açtırıyorlar, cetvelle sıra dayağına sokulmuşlar gibi... halbuki cetvelle sıra dayanağına çekenlerin amacı dahi "çocuklar" a iyilik. ama onların öyle değil, yok etmek, silmek, "taksim'de sallandıracaksın iki tanesini, bak bir daha yapıyorlar mı" önlemi.
elinde taş izi varsa eğer, suçlu. hangimizin elinde taş izi olmadı ki? (bilmeyenler, çocukluklarını anımsamayanlar, çocuklarını tanımayanlar için hatırlatma: koşarken yere düşersin, betona. burnuna bir koku gelir hatta, ellerin yanar, -kartopu oynadıktan sonraki gibi değil de daha can acıtısı- bakarsın ellerine, beyazlaşmış bazı yerleri, hatta kimi yeri açılmış, beyazlığın yanında kırmızı bir sıvı. işte o iz. kan isteğe bağlı.) hangimiz suçlu değiliz ki? polisle eyleme giren bu çocuklar yakalandıkları zaman, suçlu oluyorlar. onu yaşatmakla, eğitmekle yükümlü devlet, "ellerinden" alıyor haklarını. ve israil'e taş atan filistin çocuklarına ağlarken, yardım ederken, o çocuklar için yaygaralar koparırken, bizimkileri suçlu buluyor.
ikiyüzlülük
geçen yılda aynı şeyler yaşanmıştı bu kentte. arabayla önünden geçiyordum olayların, üstüme doğru koşan, şu zamanlarda çok popüler olan puşileri, atılan göz yaşı bombalarından kendilerini korumak için takan çocuklar koşuyorlardı üzerime. park edip arabayı onların arasına karışmak istedim. onlarla beraber kaçmak istedim. neyden ve neden, hangi amaç uğruna kaçtığım önemli değildi. yapmadım. devam ettim yola. bir panzer kesmişti yolu. oraya çıkan bütün yollar kapalı olmasına rağmen nereden girdiğimi bilmeden karışmıştım aralarına. bir polis duruyordu panzerin önünde. her zaman korkmuş olduğum polise bilmediğim bir özgüvenle, kuşkusuz kaçan çocuklardan aldığım coşkuyla, arabanın camından çıkıştım; "kardeşim, açsanıza yolu, burada beklemek zorunda mıyım?". "peki, beyefendi" dedi çekinerek. beklemediğim bir cevaptı, panzere seslendi, panzer yolu açtı. lakin aldığım cevap kuşkusuz altımdaki arabayaydı, giydiğim şık cekete, taktığım "entel" çerçeveli gözlüğeydi. muhtemelen benden önce önemli birileri çıkışmıştı da yoğurdu üfleyerek yiyordu.
ikiyüzlülük.
hiçbir farkım yoktu o çocuklardan, hatta işledikleri suçu işlemeyi ben de "düşünmüştüm". hiçbir farkım yoktu o çocuklardan; arabam, şık ceketim, entel çerçeveli gözlüğüm dışında.
bunalım, cevaplarını bilmediğin, bilemediğin soruları sormaktır kendine. zaten bir kere bir sorunun cevabını bulmuşsan, geri dönmüyorsun daha. o sorular yiyip bitirmektir kendini. etrafta var olan bütün olumsuzluklara daha fazla kafayı takmak, kendinden kötü halde olanları görüp onların yerinde olabileceğini düşünmek ve buna üzülmektir. özgüvenin yerle bir olmasıdır. üzülmek dışında birşey yapamamaya üzülmektir. mutluluğun tersidir.
mutluluk, mutlu olmanın hayalini kurmaktır. zaten hiçbirimiz yeteri kadar mutlu olamayacağız. park yeri bulunmayan bir semtte, park yeri bulmaktır.
30 Ocak 2009 Cuma
closing moments
evet, evet... ironik oldu açılış metnini kapanan momentlerden bahsederek açmak. aklıma yeryüzündeki en romantik şarkılardan biri olan god only knows'u (beach boys) getirdi; onlar da bu şarkıya "i may not always love you" ile başlamışlardı.
lakin kapatıyoruz, cuma'ya gidiyorum ve takvimim tek gün, cuma. altı ve buçuk yıl tükendi, okul bitti. henüz ne hissettiğimi bilmiyorum, hiçbir şey hissetmeyeceğimi biliyorum. bir istanbul taksicisi gibi çok dolaştırmayacağım, bitirme projem vardı ki ismine layıktır, bu "closing moments"'le (kapanan momentler) ilgili bir çeviri yapıp projenin üstüne serpiştirdim ve bitti. proje gibi. belki izmir gibi.
haftalar önce yazıp belli ki bir şeyler anlatmaya çalıştığım bu iki paragrafı önsözüm belliyorum.
merhaba.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
defter
eğer gerçekten ölümümden sonra bedenimle ne yapılacağını umursuyor olsaydım, attığım her adımla ıslak bir pamuk gibi şekillenen beyaz plaj k...
-
aslında aramızda üçün beşin hesabı olmaz da bu garip hissi çözümlemeye çalışıyorum. işin özüne inersek ilkin soracağımız soru "niye ya...
-
insanları sınıflandırıyoruz ya şöyle böyle diye. al işte bir tanesi daha... imrenmiyor muyum? imreniyorum aslında. keşke sadece birini seveb...
-
sıfırdır. eksi bindir, onbindir de bizim takıldığımız güzel kız durmadan buna güler, peşinden ayırmaz. her yerde birliktedirler. siz tam m...