18 Aralık 2019 Çarşamba

defter

eğer gerçekten ölümümden sonra bedenimle ne yapılacağını umursuyor olsaydım, attığım her adımla ıslak bir pamuk gibi şekillenen beyaz plaj kumuna gömülmek isterdim. sınırlı renk skalamdan seçebildiğim turkuazımsı deniz ile beyaz plaj kumunun oluşturduğu ahengi, plaj tanrıları tarafından kasten boşaltıldığına inanıp, rast gele denk geldiğim ilk boş şezlongun karşısında yüz üstü uzanıp önündeki not defterine bir şeyler yazan mor bikinili kadınla oluşturduğumu seziyordum. sayfaları çoktan kabarmış defterine gömülüp yüz üstü yattığı yerden ayaklarını dizlerinden ileri geri sallaması bir pop müzik klibi sahnesini izliyormuş hissini veriyordu. üzerindeki şekilleri çözemediğim beyaz bir kapağı ve moleskine gibi lastik bir tutacağı olan defter ilk andan dikkatimi çekmişti nedense. ve o an olan oldu, plaj tanrıları uçurdu kalemini. kendisine ve defterine ne yazdığına merakımdan bön bön kaldığımdan, bikinisinin üstünü açıp sırtını güneşe vermiş bir kadınının, yerdeki uzanıp da yetişemediği kalemi için göğüslerini fora etmemek adına gösterdiği çabanın farkına varmam zaman almıştı. bir anlığına bu çabadan faydalı çıkabilir miyim diye beklesem de kendime gelip kalemi, benim de nihayetimde ulaşmak istediğim, o beyaz kumlardan alıp kendisine uzattım. çok mutlu ve tebessüm dolu teşekkürüne rica ettim. hararetle yazmaya devam ettiğini uzandığım şezlongumdan izlerken, deftere yazdıklarını, elimdeki romanda okuyacaklarımdan daha çok merak ettiğimi fark ettim. bu esnada dünya kendi etrafında, ay dünyanın etrafında dönmeye devam edip biz dünyalılar plütonu gezegen olarak neden kabul etmediğimizi tekrar tekrar sorgularken mor bikinili arkadaşımızın yanındaki annesi olduğuna inandığım kişi uyandı. her yeni uyanan insan gibi esneyip gerilecek değil ya, "kızım, ben denize gidiyorum" gibi bir şeyler dedi. meğer bizimki dünden razıymış. annesine bikinisinin üstünü bağlatıp kalktı yattığı yerden denize gitmek için. o an daha önce fark edemediğim bir figüre gülümsedi bir arka sıradaki şezlonglardan, babası olduğuna inandığıma. o esnada boş kalan şezlongdaki defter, yapraklarını rüzgarla dans ettirip bana el sallıyordu sanki. sallıyordu da, arkadaki baba figürü plaj tanrılarının cennetinin zebanisi gibi bekliyordu, defterin kutsal koruyucusuydu. içimden "sen zebaniysen, ben de şeytanım" dedim, gerçek şeytanın aklına gelmeyecek ismini üçgen koyduğum planı uygulamaya koyuldum. bildiğiniz üzere üç köşeli geometrilere üçgen deriz ve genellikle bu köşeleri a, b ve c ile gösteririz. a noktası bizim şezlongların olduğu bölge iken denizi önüme aldığımda arkamda kalan plaj barı ise b noktamızı oluşturuyor. a noktasından b noktasına gidip hiçbir problem oluşturmadım. bir bira isteyip, a noktasını işaret ederek, görevliden, babam olduğunu söylediğim turuncu mayo şortlu figüre hesabı göndermesini istedim. bu noktada seyahatime b noktasından tamamen bağımsız bir c noktasına geçerek devam ettim. c noktasının en güzel yanı, a ve b noktalarını gözlemlemek için şahane bir konum olmasaydı. biramla plajın barından uzaklaşıp görevliyi ve baba figürünü seyre daldım. planım işime yaramış ufak bir kaos oluşmuştu a noktasında. planın sonraki aşamaya geçişi benim kontrolümde olmadığından bekleyip soğuk efes özel serimi yudumlamak dışında yapacağım bir şey yoktu. sabırsızlığıma rağmen bir müddet baba figürünün, görevliye kendisinin bu plajda kimseyi tanımadığını anlatmaya çalışmasını usulca izledim. başta serinkanlı bir şekilde hesabı reddetmiş olsa da görevli cevval çıkmıştı ve nihayetinde baba figürü karışıklığı gidermek için plajın barına hareket etmek zorunda kalmıştı. artık defter tamamen korunmasız haldeydi. tahmin ettiğiniz üzere planın bir sonraki aşamasını c noktasından tekrar a noktasına dönerek başlattım. tshirtümü çantamdan çıkarıp bir anda dağılan aile bireylerini kolladım, ortam müsaitti. tshirtü şezlongda kapalı bir şekilde duran malum defterin üzerine atıp defterle birlikte geri aldım. öyle duracak halleri yok, ikisi birlikte çantama döndüler. ben de elimden düşürmediğim biramla sakin sakin seyahatime devam edip plaj barındaki karışıklığı giderip kuşku oluşturmamak için a noktasından b noktasına geçtim yeniden. görevliye, babama değil baba figürlü adamın yanına hesabı gönderin demek istediğimi anlatmaya çalışıp baba figürüne özrü borç bilip, bu borcu peşinen ödedim. bu sefer yolculuğu baba figürü ile yapıp a noktasına geri döndük. bir müddet sonra anne ve kız, suda yeterince büzüşmüş olduklarına inanmış olmalılar ki denizden çıktılar. hiç kurulanmaya tenezzül dahi etmeden uzanıp güneşlenmeye devam ettiler. bense bira, plaj, deniz, güneş, kitap ve çantamdaki defter altıgeninde mutluluğa boyuyordum yaşadığım anı. o sırada mor bikinilinin sesi dikkatimi çekti. babasına soruyordu, defterimi gördün mü diye. ve maalesef her evladın alacağı cevabı aldı, "hangi defteri kızım". "ya zaten bir defter var baba, burada yazdığım. onu bulamıyorum, nereye gitti ya?" diye isyan eden mor bikinilinin suratı ekşimişti. açıkçası o yüz ifadesini görünce yaptığım ufak hırsızlıktan pişmanlık duymam gerektiğini düşündüğünüzü biliyorum. ancak onun defteri bu denli önemsemesi henüz okumadığım, ne olduğunu bilmediğim yazı yığını belleği için hem zaferimi hem de merakımı pekiştiriyordu. 15 dakika sonunda, artık her yere baktığına emin olan mor bikinili oflayıp görevlinin yanına gitti. bir iki görevli ile geri dönmüştü. görevliler gelip şezlongun etrafına ve altına dikkatlice baktılar sanki mor bikinili bakmamış gibi. hatta ben dahil bir kaç kişiye defterin akibetini sordular. ancak yardımcı olabilen kimse yoktu. bir görevli defterde ne olduğunu sordu ve çok geçmeden pişman edildi bu soru için. çünkü defterde ne olduğu kimseyi ilgilendirmezdi. görevliler de bulamayınca muhakkak çıkar ortaya diye aileyi yanlış umutlarla teselli etmeye çalışıp vazifelerinin başına dönmek isterken mor bikinili kamera kayıtlarınız yok mu plajda diye sordu. biramı zehir etmişti bana. görevlilerle beraber hareket eden mor bikinili anladığım kadarıyla kamera kayıtlarını izlemeye gitmişti. tüyme vaktiydi artık. üçgen planını genişletip, dörtgen'e geçmiştim. tamamen bağımsız bir d noktasına hareket edip yeni bir şezlong bulup, orada kitabımın arasına defteri koyup okuyacak sonra a noktasına geri dönüp defteri gizli saklı bir yere koyup aileyi uyarıp, mor bikinili beni yakalamadan defterinin ortaya çıktığını müjdeletecektim. d noktasına kadar inanır mısınız, içimde şüphe olmasını beklerken çok huzurla gittim. ancak oturup defteri açtığımda içinde hiçbir şeyin yazmadığını gördüm. bir şeyin var olmadığını görmek, aklıma kanıtın yokluğu yokluğun kanıtı değildir, varsayımını getirdi. tabi ki gözlerimi kıstım, defteri ters çevirdim, sayfaların içinden güneşi geçirdim ancak hiç biri işe yaramadı. kızın deftere yazı yazdığına emindim, kalemi kendisine bizzat vermiştim. doğru ya kalem, kalem. kalem, beyaz mürekkepli kalemdi. başta fark edememiştim ancak o an emindim. defter ancak siyah ışık altında okunabilirdi. elimde tuttuğum şey, beni oldukça karmaşık duygulara itmişti. korkuyor ancak merak ediyordum, suçlu hissediyor ancak bu saatten sonra anlaşılamayacağımı biliyordum. çünkü mor bikinili kadın görevlilerle birlikte sinirli sinirli a noktasına doğru gidiyordu. kafamdan varsayımlar geçiyordu, öncelikle mor bikinili neden sinirliydi? kamera kayıtlarını izleyip defteri benim aldığımı görmüş olabilir ya da kayıtların olmadığını öğrenip görevlilerle tekrar defteri aramaya dönmüş olabilirdi. etrafta kamera aradım, sadece plaj barında vardı görebildiğim kadarıyla ve oradan defteri benim aldığımı görmek oldukça zordu. mor bikinili a noktasına yetişmişti ve gözlerinin defterden daha büyük bir şeyi aradığını fark etmiştim. beni arıyordu. kendimi önemli hissetmesine hissetmiştim de artık kaçmak gerekiyordu plajdan. defteri oraya bırakıp bir daha plaja dönmeyebilirdim. ancak tabi ki öyle yapmadım. bu defter kamera kayıtlarından akibetini öğrenmeyi arzulatacak kadar neden önemliydi? ve neden mor bikinilinin ailesi, kendisi bu defteri bu kadar önemserken, umursamazdı? bu sorunun cevabı basitti, deftere yazılanları ailesi de bilmiyordu. kendisi de defterde ne yazıldığını soran görevliyi terslemiş, ailesinin yanında bu cevabı vermek istememiş olmalıydı. defterde ne yazıldığını öğrenmek zorundaydım. neden böyle bir mecburiyetim olduğunu bilmiyordum öte yandan. plajdan ayrılıp arabama atlayıp, bir koçtaş buldum ancak siyah ışıklı fener kendilerinde yoktu. başka büyük marketleri denesem de, burası nihayetinde küçük bir tatil beldesiydi, bulamadım. ancak bu beni durdurmadı. otele gidip, bilgisayarımı açıp youtube'a girdim. siyah ışık nasıl elde edilir diye aramaya koyuldum ve bingo. sonunda bulmuştum.artık marketten aldığım bir iki edevatla siyah ışık oluşturabilirdim. videodaki direktifleri harfiyen uyguladım, odanın ışığını kapatıp, siyah ışıklı fenerimi duvarda keyifle gezdirdim. çalışıyor olmalıydı. feneri ağzıma koyup siyah ışıkla aydınlattığım defterin sayfalarını heyecanla çevirmeye başladım. inanamıyordum, defter sayfalarca ama sayfalarca boştu yine. aklım benle oyun mu oynuyor diye düşünürken, videodaki gibi siyah ışığı klozete tutmak geldi aklıma. çünkü duvara tuttuğum ışıktan randıman alamamıştım. otel odasının klozetine tuttuğum siyah ışık bana yüzlerce faunayı göstermişti videodaki gibi. fener çalışıyordu çalışmasına ama defter bozuktu. yıkılmıştım. yenilmiştim. öfkelenmiştim. deftere zarar vermek, onu yakıp yok etmek istedim. tabiatına uygun şekilde masanın üzerinde duruyor ve hiçbir sırrını benimle paylaşmıyordu. son uzak ihtimalleri de deneyip defterin tüm sayfalarını çevirip, ince cildinin de içinde bir şey olmadığına kanaat getirdikten sonra defteri alıp otelden çıktım. arabama atlayıp defteri çaldığım plajın olduğu otele doğru yola koyuldum. defteri parmak izlerimden silip indiğim plajda etrafa bakındım. mor bikinili hala oradaydı. orada olması beni şaşırtmıştı, kendimi hollywoodvari bir senaryo içinde düşündüğümde çoktan peşime düşmeleri gerek diye bekliyordum halbuki. plajda 12-13 yaşlarında bir çocuk bulup defteri ona verdim ve gösterdiğim tarafta oturan mor bikinili ablaya verip beni göstermesini rica ettim. çocuğun suratına heyecanla gülümsediğim için muhtemelen romantik bir macerada olduğunu sanıp o da bana hınzırca gülümsedi ve elimden aldığı gibi defteri mor bikinilinin yanına doğru koşmaya başladı. ben de tam ters istikamete arabama doğru, arkama bakmadan... o defterde ne yazdığını hiç bilmedim.

11 Şubat 2015 Çarşamba

aylin canik''le ayrıntı canbazlığı

ben de isterdim, 35 yaşında olmayı ve en büyük derdimin tek çocuğum kızım arjin'i "devlet okuluna mı göndereyim yoksa özel okula mı" olmasını; hani eşimle sevişemememi, onunla sevişmekten sıkılmamı, onun benimle sevişmekten sıkılmasını, bir üstümdeki müdürümün yerine geçmemem için mesleğim ve kariyerim adına biriktirip uyguladığım her adımı yok saymasını, kayın biraderimin bana ödemediği borcunu, kayın validemin evimizde geçtiği yerleşik düzenini umursamazdım bile. ama henüz kızım yoktu ve evli değildim. dolayısıyla bir borçlu kayın birader ve göçebe yaşama ayak uydurmuş bir kayın validem de yoktu. yalnızdım, en fazla, problemlerim vardı. benim ben olmamdan doğan problemler, benim var olmamdan.

ben de isterdim, ilk hastam şizofreni olsa ve uzansa önümdeki kahverengi deri kanepeye, bana hiç hayal edemediğim bir evreni(ni) anlatıp, arada hiç anlamadığım bir dili(ni) konuşsa ve ben ona, psikozları ile ilgili, klasik tavırla çocukluğundan sorular sorsam ve o sorular hep doğru sorular olsa -kimsenin sormadığı- ben sorsam o anlatsa, o onu anladığımı anlayıp verdiği her cevapta daha da açılsa, onun benim kendisini anladığını düşündüğünü düşünüp sorular sorsam ve nihayet psikanalitik zekamla karakterini bir yerlere oturtup problemlerini sıralasam ve çözemesem dahi konuştuğu şizofrenik lisanı aldığım notlarla "konuşamıyorum ama anlıyorum" mertebesine erişebilsem ve orada kalsam. nice hastalarım olsa yine de ben onu aşamasam.

ha aştım mı ilk hastamı, aşamadım. ben onu aşamadım. kendisi gelmeden öğrendim, çalıştığım şirketin üst düzey yöneticilerinden biriydi, ancak sekreteriyle randevulaştık. odama teşrif etmesinden çok önce hazırdım; kendisi belirlediğimiz tamı tamına saatte geldi, odamın kapısını iki kere vurup kapıyı açtı, ben de kendisine işe yeni başladığım için üzeri pek de kalabalık olmayan masamda önüme koyup bütün algılarımı esir almış kalın psikoloji kitaplarımdan birini hararetle okuyor ve onun kapı tıklamalarını duymayıp, kapıyı açması görsel algımı etkilediği için kendisine karşılık veriyormuşcasına bir bakış attım. "merhaba aylin hanım" dediği an bütün romantik-komedimden utandım, mahcup kaldım. kendini tanıttı, elimi sıkmak için uzandı. geçin oturun dedim, kahverengi kanepeyi gösterdim. "uzanayım mı" diye sordu, espri yapmıyordu aslında ciddiydi, ciddi değildi belki aslında yaptığı espriydi. "nasıl rahat ederseniz" dedim. ama psikolog refleksi, anladım, ben de onun ilkiydim. oturdu, heyecanlıydı, bacaklarını titretiyordu, ikisini birden. ben de heyecanlıydım, ilk hastamdı. hani yine bir staj dönemim olmuştu yapılanları izlemiştim, hastaları dinlemiştim ama bu başkaydı, tüm sorumluluk bendeydi. önümde zaten çok önceden  hazırladığım hiç kalem değmemiş defterimin sanki eski birini kapatıp yeni bir sayfasını açıyormuşcasına sanki kendisi benim ilk hastam değil başkaları da olmuşcasına göstererek sayfasını değiştirdim. o hala bacaklarını titretiyordu.

kanepeye oturup psikoloğuma baktım. "o bir şeyler söylemeli herhalde" diye düşünürken, sakin bir sesle "sizi buraya getiren ne" diye sordu. bu soruyu bekliyordum, hazırlıklıydım. "kendimi pek iyi hissetmiyorum, galiba fazla yalnız kalıp kendi düşüncelerimde boğuluyorum." bu cümleleri kurarken etrafıma rastgele bakıyordum, bir şeyler arar gibiydim ancak bulmayı umduğum hiçbir şey yoktu. rahatsızlığımı anlayıp "uzanırsanız bence daha rahat edersiniz" dedi. uzandım. masasından kalkıp kanepenin başındaki sandalyeyi 45 derecelik bir açıyla bana çevirerek yeni yerine geçti. tamamen görüş alanım dışındaydı. bir süre sustum. o da bir şey demedi, sanırım rahatlayıp hazır olmamı bekliyordu. işe yaramıştı, kanepenin konforu, odanın sessizliği, duvarların yeşil donuk rengi, abanoz kaplamalı dolaplar hiç beklemediğim kadar huzur vermişti bana. psikoloğuma yaşadıklarımı anlatmamam için hiçbir sebep yoktu.

"bir de rüya görüyorum. yani herkes rüya görür biliyorum da ben aynı rüyayı görüyorum. bazen ard arda iki gece bazen üç ayda bir. hangi hallerde gördüğümü çözemedim. bazen bu rüyayı görüp mutlu uyanıyorum, bazen korku dolu, bazen de mutsuz. tabi bu hisleri uyanır uyanmaz hissediyorum, gerçek hayata döndüğümde sadece rüyayı tekrar tekrar neden gördüğümün ve bilinçaltımın bana ne anlatmaya çalıştığının merakı kalıyor." son cümlemi kurduktan sonra psikoloğuma bakma ihtiyacı hissettim. gözlüklerini takmıştı. bir diğerinin üzerine attığı bacağını not defterine sehpa olarak kullanıyordu. kendisine baktığımı fark edince ufak bir gülümseme koydu yüzüne ve bu kas hareketleri bütünü kendisinin farkına varmamı sağladı. büyük bir suç işlemiş gibi beni önüme döndürdü bu farkındalık. bir süre durdum öylece. zamanla bağlantım kopmuştu, ne kadar durduğumu bilmiyorum. "rüyanızdan bahsetmek ister miydiniz?" diye sordu.

bir müddet yine sustu. belli ki rüyasından çekiniyordu, paylaşabileceği kadar güven kuramamıştı henüz benimle. kendisine verdiğim bir sessizlik kadar vakitte konuyu değiştirmeye karar verdi: "biliyor musunuz, geçen gün şöyle bir soru ile karşılaştım. "en son kime, neden iyilik yaptınız?" soru bana sorulmamıştı ancak ister istemez düşündüm. ne ile karşılaştım biliyor musunuz? en son birisine iyilik yaptığımda, onu hayatımdan çıkarıyordum." "birisini hayatınızdan çıkarırken bunun size değil de karşınızdakine bir lütuf olduğu gerçeğine nasıl vardınız?" diye sordum. soruyu bir müddet düşünüp anlatmaya başladı.

"bir ameliyathanedeyim. imgeler; kalın derzli beyaz fayanslar, sadece ameliyathanelerde görebileceğimiz tıbbi avize ve etrafımdaki insanlar. onların da bilindik kostümleri üzerilerinde; boneleri, maskeleri, eldivenleri, kimisininki kanlı, yeşil önlükleri. ameliyat masasına bakıyorum bir an orada kendimi bulacağımı düşünüyorum ancak ben değilim, annemin gençlik hali masada. kadıncağız bana gülümsüyor, doktorlar, hemşireler de gülümsüyorlar bana. yüzlerinde maskeleri olsa da, anlıyorum. ancak olan bitenin farkında değilim, anlayamıyorum ve ameliyathanenin penceresine gözüm takılıyor etrafıma bakarken. dışarıda görünecek bir şey yok ancak bir mıh saplanıyor beynime, babamın da hastanede olduğu aklıma geliyor. üst katlara çıkıyorum algım hızında, odasına giriyorum. yataktaki babamın görüntüsü günümüzdeki gibi ama rüyamda daha yaşlı olduğunu biliyorum. etrafında tanımadığım ancak arkadaşları olduğuna kanaat getirdiğim insanlar belli ki son kez görmeye gelmişler pederi. kendisini ziyaret etmeyeceğimi düşünüyormuş gibi şaşırıyor babam odadaki varlığıma. öbür yandan memnuniyeti gözlerinden okunuyor, beni gördükten sonra ölmeye artık hazırmış gibi bir gurur oluşuyor ifadesinde. sarılıyorum ona, kollarımda son nefesini verdiğini hissediyorum. ne yapacağımı, ne hissedeceğimi bilmiyorum. bağırmaya çalışıyorum o anda, olmuyor. gözlerimi sımsıkı kapatıyorum, açtığımda tekrar ameliyathaneye dönüyorum, annemin yanına. annem, doktorlar, hemşireler bıraktığım kadar neşeliler, gülümsüyorlar bana. tekrar pencereden dışarı bakıyorum, ameliyathanenin içinde harekete geçiyorum bu sefer. tekerlekli birşeyler beni yavaş yavaş ameliyathanenin kapısından geçiriyor. amerikan kapı açılıp dışarı çıktığımda yine tanımadığım bir sürü suret var etrafımda, hepsi bana gülümsüyorlar. nihayet tanıdık bir yüze rast geliyorum, babamın genç halini görüyorum, bana gülümsüyor. ağlıyorum ama gözyaşlarım akmıyor."

"birisini hayatınızdan çıkarırken bunun size değil de karşınızdakine bir lütuf olduğu gerçeğine nasıl vardınız?" buraya rüyamı anlatmaya gelmiştim fakat hiç beklemediğim bu soru bütün algı köklerimi yanlış kullanılmış bir zirai ilaç gibi kurutmuştu. aslına bakılırsa bu sorunun benzerini kendi kendime cevaplamaya çalışmıştım. birini hayatımdan sorgusuz sualsiz çıkarmam gerçekten sadece ona mı fayda sağlar diye. elbette hayır, hele "ben kimse ile mutlu olamıyorum dolayısıyla kimse de benimle mutlu olamaz" cümlesini yaşadığım her ilişkinin sonuna nokta diye koyarken. ve koyduğum bu noktalar, bir sonraki ilişkimde "nasıl tükeneceğiz" sorusuna cevap aratıyordu henüz karşımdakini dahi tanımadan. bir ilişkiyi nasıl sürdüreceğim değil, nasıl bitireceğimi kurguluyordum hep. ve eğer karşımdakinin ilişkiyi bitirdiğimizde -ki buna aslında daha çok ben karar veriyordum- ilişki bitene kadar bana çok bağlanıp benden çok üzüleceğini anladığımda karşımdakine iyilik yapıp çekiliyordum semalarından. aramızdaki ilişki sandığımız şeyin devam ederse kendilerini daha mutsuz edeceğime inandıklarıma duyduğum romantik değil insani sevginin hediyesiydi onların huzurlarından ayrılmam. çünkü benim için fark etmiyordu, iki türlü de, onlarla ya da onlarsız, ne mutluydum ne de mutsuz.

CuZn

"sana yazamamamı anlatabildiğim en büyük düzlem olan şaşkınlığımı senin çok renkliliğinle sebepledim. yanındayken zaman kaybı olarak gördüğüm uyuma eylemine şuan gözlerimi kapattığımda başımı dizlerine koymamla iştirak etmek en huzurlu hayalim. yüzündeki ufacık bir gülümsemeye sebep olacak her kelimem bir yaratıcının, sadece icra ettiği sanatıyla, aldığı ödül kadar gururum. bir de yokluğun tabi, depresyonum, melankolim, arabeskim. varlığın, var olma gücüm, yokluğun, yok olma arzum. gözlerinin ancak senin ismini verirsek tanımlayabileceğimiz rengi, yalnız tadına varınca algılayabildiğim dudaklarının kehaneti, bütün varlığınla kozmik bir uyum sağlayan kokun hayatımdaki en büyük bilinmezlerim. yıllar sonra döndüğün köyünde henüz 3 yaşında tanıştığın tarlanızın ortasında tek başına duran söğütü nasıl birebir aynı bulduysan gençliğinin manzarasında, hissettiklerim lütfuna milim oynamıyor evreninin uzay-zaman eğrisinde. hem de o grafikte pikini ilk anından yapmış, hüzün, öfke, mutluluk, korku ve yastık ortağım,  hayatımın kalanı, çocuklarımın anası, çok kırılmış hayalgücümün kohezifi. bütün zamanlardan bu zamanda, bütün evrenlerden bu evrende, bütün ülkelerden bu ülkede olman zaten varlığıma bahşedilmiş bir armağanken bir de bana "seninim" demen akıl üstü maharetin."

aşk yarınlarımızdan ödünç aldığımız mutlulukmuş...

şimdi, senden miras aşkımızın hayaletine sarılıp, siyah beyaz rüyalara uyuyorum. az önce kalbi alınmış bir donör gibi hissiz, buna rağmen yorgunum. neye üzüleceğimi bilememe belirsizliğimin yorgunluğu bu. sadece seninle biten ilişkime değil, bütün ilişkilerime üzülüyorum. seni son yolculuğunun nihai noktası olan eski sevgililer mezarlığına uğurladığım zaman, mezar taşlarında yazan bütün isimlerle beraber yaşadıklarımın videosu dönüyor nereye baksam her biriyle. hemen küsme eski sevgililerimden bahsettim diye, sırtımda ki yük senin.

aşk hedonizm fitiliymiş,
ancak etkisi geçtiğinde anlaşılıyor göte bir şey girdiği.

30 Ağustos 2014 Cumartesi

mutluluk

yahu bu meret bu kadar güzel bir şeymiş bana niye söylemiyorsunuz oğlum. niye bunu uzun uzun anlatmıyorsunuz. yıllarca peşinden koşup koşup erişemeyip vazgeçtiğimde neden karşı çıkmıyorsunuz?

bilen bilir, enerjimi ilhamımı kararlarımı mutsuzluktan beslerim. şimdi böyle aniden, hani hiç beklemezken, bilmez, şehir efsanesidir diye yorumlarken lap diye kaşıma çıktı mutluluk. lap, suratımın ortasına inip ağzımı burnumu yamultan bir yumruk oldu. dağınık, pis, kirli, kokmuş, tırnakları, sakalları uzamış yakalandım. ben hiç beklemiyordum ki mutlu olmayı. misal şimdi ne müzik dinleyeceğim diye önümdeki listeye bakıyorum, bir şey bulamıyorum. mutlu şarkı mı olur akaminko diyen adamdım ben. bildiğin müzik cahiliymişim, hiç anlamıyormuşum müzikten, arabesk ney lan.

o değil de pembe bence de çok güzel bir renk.

ve bu dönüşüm aylar yıllar sonunda değil, sadece 3 günde vuku buldu. 6 günde evreni yaratan tanrı bile beni 3 günde mutlu edemezdi, bir insan nasıl böyle bir güce sahip olabilir ki? hayatımda iyi olan ne varsa bilsin, ne kadar sevdiğim arkadaşım varsa tanışsın, ne kadar hayalim varsa içinde olsun istiyorum artık. aşamıyorum. beynimin masa üstünde kocaman bir fotoğrafı var, bakıyorum, gülümsüyor; dayanamıyorum ben de gülüyorum, budur sebebi aptal sırıtmamın. herşey daha berrak sanki, koşsam daha hızlıyım, konuşsam daha mantıklı... aklımdan geçen her fikir ya içinde bulunduğum bu pozitivizm dönemi yüzünden çok mantıklı geliyor ya da artık yaşadığım her andan daha zekiyim.

15 Nisan 2014 Salı

"ağanın inadı engin çıkmıştır"

bak bir kere hiç unutmuyorum -tatava yapma, ben unuttuğum şeyleri de anlatabiliyorum-, sene ya 72'nin ya 76'nın sonbaharı. yok yok, 74'nün kışını yeni terk etmişiz. anam evleneyim diye etmediği tehdidi bırakmıyor, babam oğlum hani sen bilirsinci ama dışarıda "evlenmedi bu çocuk" diye hayıflanıyor, kim bilecek akaminko. birilerini söylüyorlar, "git gör, tanış ne olacak, ne kaybedersin oturup bir çay içseniz" gibi klişelerle emdiğim sütü ziyan ediyorlar, direniyorum yok diyorum yine, karışmayın. gidiyorum arkadaşlarıma dert yanıyorum, onlar da benden taraf değiller; "evlen oğlum sen de işte" diyorlar. yaw he he, deyip ilgisiz görünsem de bir yanda aile, bir yanda arkadaş baskısı düşündürtüyor. geçiyorum birgün aynanın karşısına halime bakıyorum, kim girse hayatıma hep hezimet, hep bozgun, hep hüsran, hep perişan. bir tanesi de çıkarken babasının hayrına, anasının yüzü suyu hurmetine, ölmüşlerinin canına, allahının rızasına şöyle bir derleyip toparlasa... zaten genellikle haberim olmadan terk ediliyorum sonra celpler geliyor, haliyle geç kalıyorum. herşeye, herkese, her zamanda... 60'larda, 70'lerde yaşadıkları ne sürattir hiç kavrayamıyorum. yani senin anlayacağın sevip sevip üzülüyorum, sevip sevip üzülüyorum... ben seviyorum onlar üzüyor, onlar üzüyor ben seviyorum. sevmek bütün olumlu anlamlarını kaybediyor nihayetinde lügatımda. hah işte bu noktadan daha güzel orjini olamaz bu hikayenin -senin de başını ağrıttım kızım ama annenle nasıl tanıştığımızın hikayesi bu da değil-. çok uzun süre düşündüm az sonra anlatacaklarımı, kafa patlattım, dönemin şartlarında yüzlerce formül çıkardım, birşeye benzedi sonunda. yani kızım, aynadaki zahirine "sevmekten ne hayır gördün ki?" diye soran babanın, aşık olmadan nasıl aşk acısı çektiğini öğreneceksin.

17 Ocak 2014 Cuma

see you soon

en uçurtması uçmayandım ben,
en son benim sigaram yanar,
en geç ben cevap alırdım sorularıma.

halbuki en aceleci bendim.

en hayalleri hayalperest,
en gerçekleri yalan,
en oksimorondum.

halbuki sendin tek derdim.

şimdi,
sadece,
ikimizin olabileceği bir gezegene gidelim,
mesela b612.
ne desem duyarsın ya,
ne nefes versem...
ama bence,
yine anlamazsın.

özlüyorum seni.

24 Kasım 2013 Pazar

"hiçbir şey de gözüm yok, sen yanımda ol yeter"

öncelikle ne yapıyorsan bırak yapmayı, bırakamıyorsan bundan sonrasını okuma. acele etme, lütfen dur, bekle. ikiyüz liralık bir banknot gibi düşün bu yazıyı, bozdurma. bir kerede ver birinin eline gitsin. korkma buraya geldiysen, devam et. kafanı karıştırmak değil niyetim, bu mektup/mesaj/yazıda. vasiyetname. aşığın, aşkına son sözleri. esir edebildiğim kadar(ını) bırakıyorum, rahatsız edebildiğim kadar(ından) vazgeçiyorum, yorduğum tarafın varsa, söyle "geçti". şimdi doğrul yerinden, strese gerek yokmuş bak.

"sevgilim suçunu herkes bilecek, bana ettiğini herkes duyacak, seni allah bile affetmeyecek"

korkma, hayatında riske edebileceğin ne varsa et. fedakarlık diye birşey olmadığına ikna olmuştuk, hatırlarsın. seçimler diyorduk, insan ne yapıyorsa, seçip de yapıyor. fedakarlık dediği şey de aslında bir seçim. işte neyle mutlu olacağını biliyorsan, o patikadan yürü. kimse ile çıkmak zorunda değilsin. gücüne tapıyorum, biliyorum her dağa tek başına tırmanabilirsin. ha düşmeyeceksin, tökezlemeyeceksin mi sanıyorum, sanıyorsun. yok, düşeceksin, tökezleyeceksin ama biliyorum ki en çabuk sen kalkacaksın ayağa. en kolay sen devam edeceksin.

"madem ki benli hayat sana kafes kadar dar, uzaklaş git ellerimden gidebildiğin kadar"

oku, eline ne geçtiyse. kim bilir (ben değil), belki artık bana söylediğin zaman ki kadar manipüle etmiyordur dimağını, okuyorsundur. oku. herşeyi yaşayarak çözemezsin. yaz. kim bilir, belki daha fazla yazıyorsundur benimle olduğun zamandan. daha fazla yazman mı kötü, daha az mı bilemedim. zaten iyi ile kötüyü ayırt edemezdik ikimizde. bulanıktık. hayatımda en çok ağladığım günlerden biri aynı zamanda en güzellerinden biriydi. hem sendin ağlatan, hem sendin güldüren. bulanık.



gezegeninin bağlı bulunduğu yıldızının etrafında dönüşünün tam turunu not eden/kutlayan/anan bizim gibi canlıların olmadığı bir dünyada yaşamak isterdim. ya da senden hiç ayrılmadığım/kopmadığım/uzaklaşmadığım bir paralel evrende. ama hiçbirinde değilim. mecbur yaşadığım evreni, gezegeni kabullenip mücadele ediyorum. aslında bir bakıma gezi parkında yaşananlar gibi, her ayın 31'inde seni arayıp sabah 5'de biber gazı yiyorum. yanlış anlama ne ben o aktivistler kadar masumum ne de sen polisler kadar zalim. ama her seferinde daha da kalabalıklaşıyor eylemim. her seferinde mevzu sadece gezi park'ı olmaktan çıkıyor. telefonu açsan bunları sana söyleyebilir miydim, bilmiyorum, sanmıyorum. telefonu açmaman üzerine zaten benim hikayem. yine de iyi ki senin var olduğun bir dünya'ya geldim.

defter

eğer gerçekten ölümümden sonra bedenimle ne yapılacağını umursuyor olsaydım, attığım her adımla ıslak bir pamuk gibi şekillenen beyaz plaj k...