15 Nisan 2014 Salı

"ağanın inadı engin çıkmıştır"

bak bir kere hiç unutmuyorum -tatava yapma, ben unuttuğum şeyleri de anlatabiliyorum-, sene ya 72'nin ya 76'nın sonbaharı. yok yok, 74'nün kışını yeni terk etmişiz. anam evleneyim diye etmediği tehdidi bırakmıyor, babam oğlum hani sen bilirsinci ama dışarıda "evlenmedi bu çocuk" diye hayıflanıyor, kim bilecek akaminko. birilerini söylüyorlar, "git gör, tanış ne olacak, ne kaybedersin oturup bir çay içseniz" gibi klişelerle emdiğim sütü ziyan ediyorlar, direniyorum yok diyorum yine, karışmayın. gidiyorum arkadaşlarıma dert yanıyorum, onlar da benden taraf değiller; "evlen oğlum sen de işte" diyorlar. yaw he he, deyip ilgisiz görünsem de bir yanda aile, bir yanda arkadaş baskısı düşündürtüyor. geçiyorum birgün aynanın karşısına halime bakıyorum, kim girse hayatıma hep hezimet, hep bozgun, hep hüsran, hep perişan. bir tanesi de çıkarken babasının hayrına, anasının yüzü suyu hurmetine, ölmüşlerinin canına, allahının rızasına şöyle bir derleyip toparlasa... zaten genellikle haberim olmadan terk ediliyorum sonra celpler geliyor, haliyle geç kalıyorum. herşeye, herkese, her zamanda... 60'larda, 70'lerde yaşadıkları ne sürattir hiç kavrayamıyorum. yani senin anlayacağın sevip sevip üzülüyorum, sevip sevip üzülüyorum... ben seviyorum onlar üzüyor, onlar üzüyor ben seviyorum. sevmek bütün olumlu anlamlarını kaybediyor nihayetinde lügatımda. hah işte bu noktadan daha güzel orjini olamaz bu hikayenin -senin de başını ağrıttım kızım ama annenle nasıl tanıştığımızın hikayesi bu da değil-. çok uzun süre düşündüm az sonra anlatacaklarımı, kafa patlattım, dönemin şartlarında yüzlerce formül çıkardım, birşeye benzedi sonunda. yani kızım, aynadaki zahirine "sevmekten ne hayır gördün ki?" diye soran babanın, aşık olmadan nasıl aşk acısı çektiğini öğreneceksin.

defter

eğer gerçekten ölümümden sonra bedenimle ne yapılacağını umursuyor olsaydım, attığım her adımla ıslak bir pamuk gibi şekillenen beyaz plaj k...