30 Ağustos 2014 Cumartesi

mutluluk

yahu bu meret bu kadar güzel bir şeymiş bana niye söylemiyorsunuz oğlum. niye bunu uzun uzun anlatmıyorsunuz. yıllarca peşinden koşup koşup erişemeyip vazgeçtiğimde neden karşı çıkmıyorsunuz?

bilen bilir, enerjimi ilhamımı kararlarımı mutsuzluktan beslerim. şimdi böyle aniden, hani hiç beklemezken, bilmez, şehir efsanesidir diye yorumlarken lap diye kaşıma çıktı mutluluk. lap, suratımın ortasına inip ağzımı burnumu yamultan bir yumruk oldu. dağınık, pis, kirli, kokmuş, tırnakları, sakalları uzamış yakalandım. ben hiç beklemiyordum ki mutlu olmayı. misal şimdi ne müzik dinleyeceğim diye önümdeki listeye bakıyorum, bir şey bulamıyorum. mutlu şarkı mı olur akaminko diyen adamdım ben. bildiğin müzik cahiliymişim, hiç anlamıyormuşum müzikten, arabesk ney lan.

o değil de pembe bence de çok güzel bir renk.

ve bu dönüşüm aylar yıllar sonunda değil, sadece 3 günde vuku buldu. 6 günde evreni yaratan tanrı bile beni 3 günde mutlu edemezdi, bir insan nasıl böyle bir güce sahip olabilir ki? hayatımda iyi olan ne varsa bilsin, ne kadar sevdiğim arkadaşım varsa tanışsın, ne kadar hayalim varsa içinde olsun istiyorum artık. aşamıyorum. beynimin masa üstünde kocaman bir fotoğrafı var, bakıyorum, gülümsüyor; dayanamıyorum ben de gülüyorum, budur sebebi aptal sırıtmamın. herşey daha berrak sanki, koşsam daha hızlıyım, konuşsam daha mantıklı... aklımdan geçen her fikir ya içinde bulunduğum bu pozitivizm dönemi yüzünden çok mantıklı geliyor ya da artık yaşadığım her andan daha zekiyim.

15 Nisan 2014 Salı

"ağanın inadı engin çıkmıştır"

bak bir kere hiç unutmuyorum -tatava yapma, ben unuttuğum şeyleri de anlatabiliyorum-, sene ya 72'nin ya 76'nın sonbaharı. yok yok, 74'nün kışını yeni terk etmişiz. anam evleneyim diye etmediği tehdidi bırakmıyor, babam oğlum hani sen bilirsinci ama dışarıda "evlenmedi bu çocuk" diye hayıflanıyor, kim bilecek akaminko. birilerini söylüyorlar, "git gör, tanış ne olacak, ne kaybedersin oturup bir çay içseniz" gibi klişelerle emdiğim sütü ziyan ediyorlar, direniyorum yok diyorum yine, karışmayın. gidiyorum arkadaşlarıma dert yanıyorum, onlar da benden taraf değiller; "evlen oğlum sen de işte" diyorlar. yaw he he, deyip ilgisiz görünsem de bir yanda aile, bir yanda arkadaş baskısı düşündürtüyor. geçiyorum birgün aynanın karşısına halime bakıyorum, kim girse hayatıma hep hezimet, hep bozgun, hep hüsran, hep perişan. bir tanesi de çıkarken babasının hayrına, anasının yüzü suyu hurmetine, ölmüşlerinin canına, allahının rızasına şöyle bir derleyip toparlasa... zaten genellikle haberim olmadan terk ediliyorum sonra celpler geliyor, haliyle geç kalıyorum. herşeye, herkese, her zamanda... 60'larda, 70'lerde yaşadıkları ne sürattir hiç kavrayamıyorum. yani senin anlayacağın sevip sevip üzülüyorum, sevip sevip üzülüyorum... ben seviyorum onlar üzüyor, onlar üzüyor ben seviyorum. sevmek bütün olumlu anlamlarını kaybediyor nihayetinde lügatımda. hah işte bu noktadan daha güzel orjini olamaz bu hikayenin -senin de başını ağrıttım kızım ama annenle nasıl tanıştığımızın hikayesi bu da değil-. çok uzun süre düşündüm az sonra anlatacaklarımı, kafa patlattım, dönemin şartlarında yüzlerce formül çıkardım, birşeye benzedi sonunda. yani kızım, aynadaki zahirine "sevmekten ne hayır gördün ki?" diye soran babanın, aşık olmadan nasıl aşk acısı çektiğini öğreneceksin.

17 Ocak 2014 Cuma

see you soon

en uçurtması uçmayandım ben,
en son benim sigaram yanar,
en geç ben cevap alırdım sorularıma.

halbuki en aceleci bendim.

en hayalleri hayalperest,
en gerçekleri yalan,
en oksimorondum.

halbuki sendin tek derdim.

şimdi,
sadece,
ikimizin olabileceği bir gezegene gidelim,
mesela b612.
ne desem duyarsın ya,
ne nefes versem...
ama bence,
yine anlamazsın.

özlüyorum seni.

defter

eğer gerçekten ölümümden sonra bedenimle ne yapılacağını umursuyor olsaydım, attığım her adımla ıslak bir pamuk gibi şekillenen beyaz plaj k...