26 Ekim 2010 Salı
"adı nevin, hüzün kokar ve korkardı geceleyin..."
oyunlar, hayatın belirli, kısa anlarına ve önemsiz bölgelerine küçük, anlık mutluluklar bırakır. kimse bir oyunun kendisine bir ömür boyu saadet ve mutluluk getireceğine inanmasa da hayatı bir oyun olarak görmekten de geri kalmaz. bilgisayarda oynanan strateji oyununu zaferle bitirmek, pek çok insan için, sevdiğinin dudaklarına bıraktığı o varla yok arası yumuşacık dokunuşun yanında bir anlam ifade etmez. ama sevilen, o öpücüğü oyunun gayesini yerine getirmek için de olsa size vermişse artık o oyun hayat boyunca hatırlanacak mutluluğu getirir yanında. bana felaket getirdi. ancak hiçbir felaket geçmişindeki bir mutluluktan feyz almadan gelmez. çok severseniz çok üzülürsünüz. çok üzülürseniz çok seversiniz.
bir oyun oynadık, 10 kişi. 6 kız ve 4 erkek. kendince “çılgın” olan grubumuzda aramızda kimsenin sevgili olamayacağına dair kati bir yasa vardı. böyle böyle kurulan muhabbetlerde daha dostane bir ortam sağlanıyor kimse kısmi da olsa egosunu bu düzlemde öne çıkarmıyor, kadın erkek ilişkilerinde daha objektif bir ortam sağlanıyordu. bazen grubun en feministi bir erkek oluyordu. erkeklerin daha üstün olduğunu düşünen ise bir kadın. oldukça demokratik bir ortamda yeşeren dostluğumuz doğası gereği herkesin fikirlerini rahatlıkla açıklayabildiği bir platform oluşturuyordu. cins gözetmeksizin sevgilileri hep birlikte masaya yatırıp çözüm arıyorduk, genellikle de buluyorduk. grubun verdiği özgüvenle sevgilisi tarafından terk edilenler, bu toplulukta daha güçlü olduğunu hissedip, daha çabuk ekarte ediyordu depresyonları. üyeler arasında arkadaşlıktan öte bağlar vardı, sevgili olmak dışında.
bir oyun oynadık; evet grupça. onumuzun da katıldığı çapkın bir oyun. herkesin hisleri birbirlerine körelmiş olduğu için bu çapkın oyunda kimse bir sakınca görmemişti. yine bir kadın erkek meselesi üzerinde tartışıyorduk: kadınlar mı daha iyi öpüyordu, erkekler mi? bazı üyeler kadınla erkek arasında böyle bir fark olmadığını söyleyip, gruptaki hiçbir kız erkeklerin daha iyi öptüğünü iddia etmedi. bir kız arkadaşım ve ben hariç diğer kızlar kadınların her dokunuşta olduğu gibi daha şefkatli, daha hassas, daha kırılgan olduğunu belirtti. erkekler arasından ikisi, bir ayrım olmadığını söylerken diğer erkek en iyi kendisinin öpüştüğünü söyledi. söylediler. sadece o, diğer cinsin daha iyi öptüğünü söyledi. erkekleri öpebildikleri için kadınlara teşekkür etti. düşünmemizi istedi, iki erkekle, iki kadının öpüşmesini. “kadınların daha iyi öptüğünü söyleyen arkadaşlarımdan bir yerde ayrılıyorum; eğer bir ilişkide şefkat varsa, şefkatli taraf aşık olmayan taraftır. bu yüzden şefkatle alakası yok estetikle alakalı. sizce hangisi göze daha hoş gelir, kimse kolay kolay bir gay pornosu izlemez ama iki kadının kavga etmesi bile erkeğe çekici gelir.” dedi. haklıydı ve bu konuda diğer pek çok konuda olduğu gibi kontrolü eline geçirmişti.
bir oyun oynadık tüm grubun katıldığı. 4 erkek, 6 kız. öpücük oyunu. bu oyun sayesinde üyelerin ne kadar iyi öpüştüğünü öğrenebilecektik. kimse reddetmedi grup içinde utanma hissi olmadığı için. o, anlattı oyunu. bir dengesizlik vardı evet ama onu da çözdüğü formülünü söyledi. “6 kız ve 4 erkek. erkekler ve kadınlar iki gruba ayrılacak. erkeklerin grubunda 1’den 4’e kadar sayılar yazılacak kağıtlara ve her erkek bir tane kağıt çekecek. bayanların grubunda da 1’den 4’e kadar sayılar olan kağıtlar olacak ve bununla beraber iki kağıtta da 5 yazacak. ve numaralara göre eşleşeceğiz. böylece iki erkeğin öpüştüğünü göremeyeceğiz. ama iki bayanı müthiş bir iştahla izleyebileceğiz. öpüşen herkes partnerini derecelendirecek, işlem bittikten sonra 1 en kötü 10 en iyi olmak üzere bir kağıda partnerinin adını, notunu yazıp ortaya bırakacak. 5 tur olacak. final turunda ise seyirciler oy verecek. herkes sırayla öpüşecek. öpüşmelerin tamamı 15 saniye sürecek. herkesin kağıdındaki sayı o turdaki öpüşme sırası olacak. her turda en düşük puanı alan iki kişi elenecek, final hariç. eğer 2 den fazla yarışmacı aynı puanı en düşük olarak almışsa o turda en yüksek puanı alan bay ve bayan bu yarışmacıları öperek onları derecelendirecek. yalnız herkesin objektif olması ve kimseden çekinmemesi şart. zaten bu grubumuzun soluduğu bir şey.” kuralları o kadar kesin ve o kadar pürüzsüzdü ki herkes sanki o koymamış da ortaklaşa aldığımızın oyunun prospektüsünden okunuyormuş gibi kabul etti.
oyuna başladık. kağıtlar dağıtıldı tek tek. herkesin elinde bir kağıt vardı ve numaralar görülmüştü ama kimse elindeki rakamı söylemedi. sonra yine o konuştu. “elinde 1 yazanları ortaya alalım ben saatimi tutuyorum.” benim elimde 3 vardı bu numarayı kiminle paylaştığımı gerçekten merak ediyordum. iki arkadaş arenaya çıktı. konsantre oldular, satranç oynamaya başlayacaklarmış gibi bir gerginlik oldu. gözlerini kapatıp dudaklarını birbirlerine sakince yaklaştırdılar. bu yavaşlık herkesi heyecanlandırmıştı. birkaç arkadaşın sevinç çığlıklarının sessizliği bozması 1 numaradakileri daha da rahatlatmıştı. “15 saniye bitti tamam ayrılın, puanları yazın. biri de benim yerime saati tutsun. iki numaralı bayanı alayım” dedi. ve o da iki numarayla öpüştü. çok rahattı ve rahatlığını karşındakine de yansıtması bu yarışmada iddialı olduğunu gösteriyordu. ilk çiftten daha iyi oldukları ortadaydı. sıra bana geldi. ikinci çift puanlarını birbirine yazarken ben ortaya geçtim ve eşim olduğunu o anda anladığım çocukla göz göze geldim. gruptakiler anladı bizi ve yarışmaya henüz katılmayanlar birbirlerine bakarak belli olmayan eşlerini aradılar. iyi bir öpüşme olabileceğini zannetmiyordum bu çocukla: "kaçınılmazsa zevk almaya bak". oysa kendime güveniyordum, iyi öpüşemeyeceğimiz için de çocuğun bana düşük not vermesinden korkuyordum. öpüştük, ki tahmin ettiğim gibi kötüydü, gözlerimi açıp dudaklarımı bıraktıktan sonra yüzündeki gülümsemeyi beğendim ve onun hatırına 4 puan verdim. sonra ki grupta öpüştükten sonra 15 saniyeliğine lezbiyen bir ilişkiye girecek iki arkadaşımız çıktı sahneye. ilk kez iki hatunun öpüştüğünü görüyordum, söylenildiği kadar estetikti. 15 saniyeden daha fazla öpüştüler, ikisinin de keyif aldığı ortadaydı. gruptan birinin “biraz da bize kalsın” demesiyle, öpüşmeyi bıraktılar.
sıra puanların açıklanmasına gelince kiminle öpüşüleceği merakı gitmiş kaç puan aldım merakı başlamıştı. ilk öpüşen çift birbirlerine 2 puan vererek elendiler. ben 7 puan almıştım hanımlar birbirlerine 9 puanı layık görmüşlerdi. 4 numaralı kağıtlar kuradan çıkarıldı. ve tekrar çektik. 2 geldi bu sefer bana. farklı bir çocukla öpüştük onun da iyi olduğu söylenemezdi. erkek arkadaşımdan pek bir farkı yoktu. erkek arkadaşıma puan vermem gerekse 6 verirdim. o bana 9 yada 10 verirdi büyük bir ihtimalle, çok seksi öpüştüğümü, ne zaman onu öpsem erkekliğinde muazzam reaksiyonlar meydana geldiğinden bahsediyordu. bu çocuğa da 6 verdim o bana 8 verdi. yine tur atlamıştım bu sefer kızlardan biri diğer kızı öpmeyi beğenmediği için ona 4 verdi onun yanında bir başka erkekte 4 alarak elendi. 6 kişi kaldı.
yine ikiyi çektim hiç sevmediğim sayıyı. ilk çiftte onun olmaması onunla öpüşeceğimi gösteriyordu. ama bu bende hiçbir önem teşkil etmiyordu. ilk çift artık aramızda yavaş yavaş heyecanını yitiren oyunda öpüşmelerini noktalanınca ortaya doğru hareketlendim. tıpkı diğer öpüşmelerime gittiğim gibi gittim yanına, tamamen spontane olacaktı, ama bu öpüşmeden dönerken neler hissedeceğimi elbette tahmin edemezdim. ne konsantre olduk, ne de acele ettik birbirimizi öpmek için. yavaşça yaklaştı dudaklarımız, bu yavaşlık, yavanlık beni heyecanlandırmıştı. dudaklarımız kavuşur kavuşmaz dudaklarının ne kadar dolgun olduğu beynimin ön lobunda kendini buldu. dudaklarının tadı müthiş lezzetliydi, o hiç yemeyip deli gibi merak ettiğim porsiyonu 10 bin dolar olan havyarın tadını alıyormuşum gibi emiyordum artık o dudakları. kesinlikle bu öpücük 10 bin dolar ederdi buna kanaat getirmiştim ta ki o hatayı yapana kadar. dilimi dışarı çıkardım, onunda dilinin orada olduğunu fark ettim. ve bir şeyin yakınımda olduğunu ilk kez beş duyu organımdan tat alma duyusunu kullanarak fark ediyordum. dillerimiz dans etmeye başladı ağzımın içinde, dudaklarımız ise bu dansı bizi izleyen gruptan esirgiyordu. ne tarz bir müzikte ne tür dans ettiğimizi bilmeden akışına bırakmıştık her şeyi. dilini dudağımın iç kısımlarında gezdirince bu ağız sulandırıcı durumun başka bir yerimi de ıslattığını hissettim. ıslanan kutsal yerim ağzımdan bir şey kaçırdı. inledim. yalnız benim fark edebileceğim onun duyabileceği bir frekansta. bir anlığına çok utandım. ama dudakları ve dili bu olaydan çekip aldı beni. ben de onun ağzına gitmek için müthiş bir arzu oluştu ama gidemiyordum kilitlemişti dilimi, dudağımı. ona gidememek bana daha çok haz veriyordu. inanamıyordum, bu 15 saniyesi daha dolmamış öpüşmenin beni orgazm etmek üzere olduğuna. ben orgazm olacaktım… hem de sadece öpüşerek... kadınların ilişki sırasında bile, orgazm olmalarını ketum bir ifadeyle reddeden, hatta olanlara tam olarak inanmayıp, oldukları için küçük gören, bu sadece zevk almak için var olan organın (ki oda zevk alınması en zor ve en kolay organdı) bizi yani, kadınları ancak kendi parmakları ve hayal güçlerini kullandığı müddetçe en yüksek dağların tepelerine çıkaracağına inanan ben, öpüşerek orgazm mı oluyordum? 15 saniyede hem de. hakikaten acaba kaç saniye vardı bitmesine? hayır bu öpüşme bitmemeliydi sonsuza kadar sürmeliydi, sürdürmeliydik. peki, o ne hissediyordu? bir ara elimle erkekliğini kontrol etmeyi bile düşündüm. ya da elini tutup göğüslerimin üzerine koymayı, göğüslerimin elleri için yaratıldığı gün gibi ortadaydı. kadınlar erkeklerin omuriliğinden yapıldığı söylenir ya, benim göğüslerim onun elinin bir parçasından yapılmıştı. orada istiyordum ellerini. hiç görmemiştim belki ya da en azından daha dikkatimi çekmemişti ama o anda yeryüzündeki en tahrik edici şeydi elleri. "yok kızım bir de yat onunla burada" diye uzaklaştırdım kendimi o düşüncelerden. aslında yatadabilirdim. sonra ellerini fark ettim sırtımda, belimin kıvrıldığı çizgide. vücudumun en sevdiğim noktasında. sık sık odamda asılı duran boy aynamda o çizgiye bakıp kendimi bir televizyon yıldızıymışım gibi hissediyordum. sırtımın çizgisi ve gamzeleri. tanrıya bu konuda minnettardım. ve onun elleri oradaydı. sonra bir sorunumun olduğunu fark ettim. anlayamayacaktı, öküzlüğünden değil ama. bu tamamen benim öküzlüğümdü. üzerimde kalın bir kazak vardı ve bu onun sırtımın çizgisini ve gamzelerini parmaklarıyla anlamasına mani olacaktı. sonra düşünmeyi bıraktım. tekrar o kendimden beni aşıran dudaklara verdim dikkatimi. orada fazla kalamadım fakat. bitti. böyle bir son olamazdı. çok olması gerektiği gibiydi çünkü. tıpkı başı gibi, spontane. ben daha farklı bir son bekliyordum ama bitti işte. dudaklarımız birbirini bırakınca kendimi sonsuz bir yalnızlık içinde hissetmem bilincimin kapılarından ona artık aşık olduğum yargısının geçmesine sebep oldu. aynı anda çok şey düşünüp hiçbir şey düşünemiyordum. bir erkek arkadaşım vardı, ama artık o yoktu. onun varlığı yokluğu birdi zaten. sonra onunla tekrar öpüşme ihtimalimin olduğu geldi. evet bu turu geçersek diğer turda öpüşme ihtimalimiz vardı. o zaman mutlaka beraber tur atlamalıydık ona 10 puan verdim hak ettiği puanı yani. o da bana 10 puan verecekti bunu hissediyordum.
bizden sonra öpüşen iki kızın ardından puanların açıklanışına geldi sıra. ilk çift birbirlerine 8 puan vermişti. 10 puan almadıklarına çok sevindim. sıra bizim puanlardaydı. hiç o kadar heyecanlandığımı hatırlamıyordum. ilk öpüşmem geldi aklıma, hayır o zamanda bu kadar heyecanlanmamıştım. bu öpüşmelerimin son noktasıydı bundan daha iyi öpüşemeyecektim ve kimsede beni bundan daha iyi öpemeyecekti, hatta o bile. bu beni bir anlamda tüm ruhların en tepesine koydu. artık farklı bir ruhtum tüm ruhların üstünde. etrafımdakilere kullarımmış gibi bakıyordum. bu kibir ya da kendini beğenmişlik değildi, ben artık farklıydım. bu öpüşmeyle mutasyona uğradım, modifiye oldum, geliştim.
benim ona verdiğim 10 puan etrafımdakilerin şaşkın gözlerle bana bakmalarına sebep oldu. benim suratımda da o bunu hak etti tebessümü mevcuttu. ona bakmıyordum, mevcut oyun içerisinde başka bir oyun açmıştım. aşk oyunu. ona bakmayarak beni daha çok arzulamasını sağlamaktı bu oyunun amacı. sıra onun puanına gelmişti. heyecanlıydım, ilk öpüşmemde bundan daha heyecanlı olduğumu yazmış mıydım? şimdi ne kadar iyi öpüştüğüm benim için en önemli insan tarafından değerlendirilecekti.
beş. sadece beş mi? yani sen, benim hayatımın en iyi öpücüğünde 10 üzerinden 5’lik bir zevk mi aldın? yani, sen bundan daha iyi öpüştün? yani hiç arzulamadın beni bu öpüşme sırasında? yoksa oyun mu oynuyorsun benimle, oyunun içindeki aşk oyununu? eğer öyleyse tamam sen kazandın, ben yenildim ve sıkıldım bile. bırakalım, bana gerçekten ne kadar zevk aldığını söyle? beni böyle zavallı, perişan bırakma.
kızlardan biri 7, biride 9 puan alınca elendim. bir de üstüne hayallerimden arta kalan platonik öpüşmede yinelenmeyecekti. bitti her şey benim için. onun yüzüne bakıyordum, o çoktan beni olduğum yerde bırakıp, terk etmişti.
oyun devam ediyordu, herkes mutluydu, yarışa devam edenler başta olmak üzere. neyse ki kimse bana bakmıyordu, sanki bakmamaları gerektiğini biliyorlarmış gibi. merhamet taşısalar bile en ufak bir bakışı kaldıramazdım. göz göze geldiğim birinin gözlerine ağlayacak vaziyetteydim. sen bana ne yaptın? ne kadar çabuk yaptın? bir göz kırpımlık vakitte beni kendine aşık edip, terk ettin. evet bunu o bulmacalarda çıkan en kısa zaman biriminde yaptın. bir “an”da.
ve şimdi de yarı finalde rakibin ve aynı zamanda takım arkadaşınla yarışacaktın. karşı karşıya geldiniz. 15 saniye sürecekti bu oyun. aynı sürede bana yaşadığım en kısa zamanda, en büyük aşkı yaşatıp (aşkı zamana böldüğümüzde rekor sana ait) çekip giden sen, kumsalımdan çekilmenden 5 dakika bile geçmeden başka bir kumsala akacaktın 15 saniyeliğine gözlerimin önünde. ve tabi ki tüm olanlardan bihaber benim de bu haksızlığı izlememi bekleyecektin.
izledim, evet. seni bir de başkasını öperken izledim. daha önceden de izlemiştim, bu tur başkaydı tabii. o 15 saniye milat olmuştu beynimdeki sende. ki aslında daha beynime tekabül etmemiştin. kalbimdeydin tamamen, seni şöyle yatırıp bir masaya enine boyuna tartmamıştı beynim.
dudakların, dudaklarına değdiğinde saatime indirdim gözlerimi. seninleyken bir sineğin tek kanat çırpışı kadar olan süre şimdi yaşlandırıyordu beni. bak tüylerim diken diken. insanın tüyleri neden diken olur bilir misin? ya kaktüs yapraklarının neden öyle olduğunu, aynı sebep işte benim için. insanların tüyleri dikeldiğinde, o duruma neden ötürü düşmüşlerse, ne hissetmişlerse bunu hiç kimseyle paylaşmazlar, suyunu saklayan kaktüsler gibi. heyecan, mutluluk, korku… ne dersen… bırakmazlar dışarı.
tüylerimin derimde oluşturduğu irkilmeden sonra derin bir nefes alma ihtiyacı duydum. havayı ciğerlerime doldurdum. bana sadece oksijen gerekse bile diğer gazları da çektim içime. sanki havadaki büyük bir süper markete gitmişim gibi. yutkundum yukarı çıkan gırtlağım müthiş bir zamanlamayla gözyaşımla beraber aşağıya indi. şöyle irilerinden birini bıraktım sağ gözümden. iki gözümün aynı anda bitirse de genelde sağ gözümle başlarım ağlamaya. tıpkı bir futbolcunun sahaya çıkarken uğur olsun diye önce sağ adımını atması gibi. sonra hemen hemen aynı büyüklükte bir damla da sol gözümden geldi. ve ikisi birden (hayatımın en yoğun sıvı atımlarından birini yaşıyordum). yağmur gibi iniyordu gözümden yaşlar ve doluya çevirmesinden korkuyordum. sesim çıkmıyordu, bulunduğumuz yer çimenlik olduğu için de kimse önümde oluşan su birikintisin anlamayacaktı. sen onu öpüyordun, o da seni. benim gözlerim kapanıyordu. dayanamıyordum galiba, tansiyonum düştü ya da yükseldi, o da tam olarak ne yapması gerektiğini bilmiyordu. ama ben izlemek istiyordum bu zulmü. iran’da taşlanan bir kadın kadar acı çekiyordum inan. hiç değilse orada acıları paylaşırdık. şimdi farkındayım artık bu platonik aşkın, bu platonik zulmün, bu platonik acının.
bitti öpüşmeniz, sanıyordum ki hiç bitmeyecek. yüzün gülüyordu onun gözlerine bakarken, oldu bir de üstüne ona aşık ol. herkes alkışlıyordu sizi mutlulukla. ben hariç. ümit besen geldi o an aklıma, nikah masasıyla beraber tabi ki. kendimi nikahına çağrılmış eski bir tanıdık olarak hissettim. nikahınız kıyılmıştı, artık kalkmalıydım. ben artık ortamdan yitmek üzere hazırlanırken bana engel olan sorunun frekanslarını aldım kulaklarımdan içeri. ismimi bir soru cümlesinin sonunda duymak beni hiçbir zaman bu kadar utandırmamıştı. şimdi tüm grup bana durup dururken ne olduğunu merak edecek. insanlar benimle ilgilenecek ve içimde yaşadıklarımı gruba anlatmamı ısrarla isteyeceklerdi. zaten grubumuzun amacı da buydu. ama ben grubun kendisiyle çeliştiği o tek yere düşmüştüm. gruptan birine aşık olmam yasaktı ve içimdeki her şeyi gruba söylemeliydim. yapamazdım ki. meğer ne büyük bir çelişkiymiş bu. daha önce de grupça tartışmıştık ama ben fazla önemsememiştim bu konuyu. demek benim düştüğüm duruma düşenler vardı grupta. ama kimse gruptan birine aşık olduğunu açıklamamıştı. ben de söylememeye karar verdim. lakin önce artık miadı dolmak üzere olan ve başkaları tarafından da yinelenen şu soruya cevap vermeliydim. zor ve üzen tarafı sorunun sahibinden de kaynaklanıyordu. o sormuştu. hayır o, o değil. onun öptüğü kız sordu: ne oldu sana, nevin?
tabi ki başımın çok ağrıdığını ve alkolün rahatsız ettiğini söyledim. oysa daha ikinci birayı bitirmemiştim. kalkmak zorunda olduğumu söyledim. kız arkadaşlarım etrafıma toplandı, erkekler birkaç adım uzaktan takip ediyorlardı durumu. işte maceram başlamıştı. ben tüm gözlerden kaçarak onun gözlerini arıyordum etrafımda, yakaladım. kaygılı gözüküyordu ve bana acıyordu ki buna katlanamazdım. onun gözlerinde gördüğüm o kaygı dolu bakış beni kendime getirmeye yetti. silkindim. kızların sorularına kaçamak cevaplarımı verdikten sonra artık iyi olduğumu söyledim. dikkatleri oyundan tamamen koparmıştım ve final için puanlama daha yapılmamıştı.
etrafımdakileri iyi olduğuma tamamen ikna ettikten sonra tekrar oyuna dönüldü. şimdi ise bu öpüşmeye kaç puan verdiğini merak ediyordum. ilk onun puanı açıklandı: 6. ben neredeyse sevinç çığlığı atacaktım ama herkes şaşkındı. o hiç istifini bozmadı. o ise son öptüğü kıza 8 puan vermişti. yani benden daha iyi öpüştüğünü bildirmişti. ikinizden birini öpecek olsam seni değil onu öperim diyordu. diğer çift birbirlerine 9 puan verince finale kaldılar. finaldeki öpüşmeleri 3. öpüşmeleri olacaktı bu yarışmadaki. grupta onları birbirlerine yakıştıran yorumlar oluştu bir anda. evet bu çiftin birliktelikleri aslında grubun hoşuna gidebilirdi. gayet romantikti çünkü.
düşüncelerim gelişen olaylar kadar hızlı değildi. tam olarak neler yaşadığım konusunda yorum yapamıyordum. aldatmıştılmıştım, bir de gözlerimin önünde. olabilir miydi, aldatmış sayılır mıydı acaba? hem nasıl benden daha iyi öpüşebiliyor ki o yer cücesi. gözlüklerini oyun başlayınca öpüşürken kimsenin gözünü çıkarmayayım diye, şu çimlere uzandığımızda da elektriğimi boşaltayım diye giydiği kıyafetiyle uzaktan yakından ilişkisi olmayan parmak arası terliklerini çıkaran, moda denen şeyi takip ettiğini söyleyerek, benim bir zevkim yok, kim ne giyerse onu giyiyorum itirafını yapan, bunun yanında bir de entelektüel havasını kendisine yakıştırarak her renkten çalan, bir nevi nato havasına bürünmüş şahsiyet benden daha iyi öpüşüyordu demek ki. bunu kaldıramıyordum gerçekten. bir de üstüne “ne oldu sana, nevin?” nefret ediyordum artık ondan.
finaldeki çiftin öpüşmelerinin puanlarını biz verecektik dikkatle izleyip. kimileri “15 saniyede ne anlayacağız, 1 dakika öpüşsünler” dediyse de kabul edilmedi. ve yarışmadaki 5., kendileri arasındaki 3. öpüşmeleri başladı. bu sefer her sefer olduklarından daha rahat öpüşüyorlardı. birbirlerini de arzuladıkları belliydi zaten. bir ara yine baktım ona, ne kadar görgüsüzdü. bu kızdan nefretimi alamayacaktım sanırım. alkışlıyordu. evet alkışlıyordu finaldeki çift öpüşürken. ve gülüyordu kahkahalarla, o kadar gocunduruyordu ki bu vaziyeti beni, sanki kol değnekleriyle yürüyen bir insan kazara düşmüş de onun bu engelinden doğan duruma gülüyormuş hissi uyandırıyordu bu kızın kahkahaları bende. neredeyse kızların tümüne gülmek yakışır fikrimden beni vazgeçirecekti de onun istisna olabileceğini akıl ettim.
finale yakışır bir öpüşme oldu. dudaklarını birbirlerinden ayırıp, tebrikleştiler. alkışlıyordu herkes, ben hariç. bu kız beni alkışlamaktan da soğutmuştu. puanlamaya gelince sanki herkes ikisine de on dedi. bende katıldım. ikisi de bu galibiyete çok sevinmişti ve sevinirken ellerinin birbirlerini olması gerekenden daha fazla tutması, aklımda aralarında artık bir şeylerin yaşanıyor olduğunu kanıtlamıştı. mutluydum onların adına. belli ki onlar da. fakat kıskanıyordum. sana soruyorum "şu iki genç aşığın sıfatı bizim üzerimizde olsa ve ben o kızdan mesela hiç nefret etmesem sen onu öpmek zorunda kalmadığın için, şu iki insan yerine biz mutlu olsak kötü mü olur? eğer bu olay bir yerlerde savaş gibi yapay afetlerden başka doğal afetlerde getirip, binlerce insanın ölümüne yol açacaksa vazgeçelim kabulüm.
oyunun bitmesiyle evlere dağılma vakti çakıştı tesadüftür ki. ayrılırken veda etmeni bekledim bu okyanus gecenin sonunu getirecek olan. okyanus gece, her şeye muktedir ve biz bu gecenin çok ama çok derinlerinde neler olduğunu bilmiyoruz. oraya inersek sonumuzun geleceğini biliyoruz fakat. bana baktın, bu gece 15 saniyeliğine benim olan dudakların geniş bir gülümseme oluşturdu yüzünde, dudaklarından bana kendine iyi bak dediğini okudum, sesini duymadım. dalmıştım çünkü. “sana rağmen mi?” diye soracak olsam da “sen de” demekle yetindim. sen de kendine iyi bak. benim beyaz roketli prensim. yanımdan ışık hızıyla geçtin.
31 Temmuz 2010 Cumartesi
"biz de bilirdik sevgiliye karanfil almasını lakin aç idik yedik karanfil parasını"
...hayat bize dışbükeydir dostum. bir otopark aynası gibi... ne kadar yaklaşırsan yaklaş hep küçük kalır görüntün. ama o zamanlar bunları bilmiyorum tabii. özgüven ve enerji dolu lise yılları, okuma merakı...bir de para yerine (ki o zamanlar biriktirilmeye değmeyecek kadar az rastlaşıyoruz) harita metodun tam ortasından koparılmış kağıtlara yazılmış fiziği çirkin ama içi güzel şiirler var yastığımızın altında. üstü boş, bir karış havada. o zamanlar işte, sadece bir karış kadar uzak bana "hülya".
isminin hikayesi ilginç; birgün sınıfa geliyorum, sıraların, masaların yeri değişmiş. arıyorum, bulamıyorum masamı. çok emek harcamışım. kocaman bir "sabun da kirlenir" kazımışım bir dönemimi verip. bir ironinin farkındayım ama anlamını bile tam bilemiyorum artık nereden duymuşsam. oturuyorum sonunda, önümdeki masaya bir bakıyorum; "hülya" kazılı. kendisi bizim sınıfta değil, arkadaşlarım bilerek yapmış desen o da olmaz, herşey yastığın altında saklı. çıkamıyorum işin içinden, değiştirtmiyorum da masayı. o sıraya kazılmış isimle şekilleniyor aşkım, fenni bir açıklaması yok, her okuyuşumda tüylerim diken.
kendisi bizim komşumuz, aynı servisteyiz. birgün getirdim kendimi gaza, ezberlemişim konuşacaklarımı. birlikte, okula gitmek için servis bekliyoruz, hiç konuşmamışız o zamana kadar, yüzüme bakmamış. yaklaşıyorum kendisine, hayaller doluyum.
- hülya.
- ne var be?
yineliyorum, daha önce hiç konuşmamışız. kurduğu ilk cümle ile varlığımın, huzurlarında ki rahatsızlığını anlatıyor. adını seslice söylemiş olmama bu tepki. donuyorum orada, kafasını kaldırıyor telefonundan. o an anlıyorum ki başka birşeye üzülüyor, aklı başka bir yerde. ben de üzülüyorum. unutuyorum bir anda bana söylediklerini.
- üzülme hülya. sabun da kirlenir.
- ne diyorsun be.
sırtını bana dönüyor ve yine telefonunda okuduğu şeyin gerilimine devam ediyor. ona bakarken omuzlarım daha dikleşiyor, karnımı daha çok içeri çekiyorum, kurduğum cümlenin gururunda yaşıyorum. neye ve neden üzüldüğü önemli değil, bütün yaraları iyileştiren merhemimden sürmüşüm ona. ifakati bekliyorum. günler geçiyor, yine bekliyoruz servisi ama yanıma gelip benden özür dileyip, söylediğim sözün derinlerinde birlikte kaybolmuyoruz bir türlü. günler geçiyor, hayatının arka fonundan çıkamıyorum.
bir gün evde kahvaltı yapıyorum hızlı hızlı, servisin gelmesine daha çok var ama okul mokul yalan, hayatın en güzel dönemi o arabayı beklemek benim için. annem çağırıyor beni, daha tereyağını ekmeğime yeni sürmüşüm, "oğlum hadi gel, bugün servisiniz gelmeyecekmiş, hülya'nın babası götürecek sizi okula, bekletme onları" bir bilinmeze gidiyorum, kalkıyorum sofradan. arkamda duran tereyağlı ekmeğe ihanet ediyorum.
arabada oturma pozisyonumuz zaten anlatıyor herşeyi. baba araba sürüyor, hülya önde oturuyor, ben arkada. yol boyunca baba-kızın kendi aralarında yaptıkları konuşmaları dinliyorum. o yol bitmiyor. zaten orada nihayet anlıyorum, başka kotlarda yaşadığımızı, yastığımın altını dolduran kağıtlar, para değillerse, işe yaramayacaklarını. arabadan iniyorum, en azından okula kadar olan yolu birlikte yürüyeceğimizi düşünüyorum, arabada ezberlediğim teşekkür etme sekansımı gireceğim hemen zaten. hızlandırıyor adımlarını, o hızlandıkça ben yavaşlıyorum. arkasından bakıyorum.
kahvaltı soframda bıraktığım tereyağlı ekmeği düşündüğüm kadar beni düşünseydin...
uğruna kahvaltı soframa ihanet ettiğimi düşünseydin...
kahvaltı soframı düşünseydin...
böyle olmazdı.
22 Mayıs 2010 Cumartesi
aslında hiçbir şey kar değildir insana
böyle yazıları sevmiyorum aslında. ...ne gücü... sanki not alıyormuş, ...ne zayıf yönleri... kin düşüyormuş gibi o güne. ...ne de yüreği... yine de şu anın tasvirinden alıkoyamıyorum kendimi. sizin evdeyiz, kendi odanda "office" izlerken sen, salondayım. ya salon soğuk ya da sensizlik. her "soğuk burası" diyen gibi üşüyorum, sıcağına hasretim. ...gölgesi bir haç gölgesidir kollarını açsa... hem melodisi hem sözleri çok melankolik, lugatında "kıro" bir şarkı, dinliyorum. sanırım "kıro" olduğumda daha çok seviyorum seni. buraya yazdığım her cümleyi bağırmak istiyorum ancak bir duvardan farksızsın an itibariyle. ...ve kırar göğsüne bastırırken sevdiği şeyi...
ikilemde kalmışım; beni yanında isteyip istemediğine dair sorulara cevap arıyorum, literal olarak dahi hiçbirini yanıtlamıyorsun. "gideyim mi" diyorum, cevap yok. "kalayım o zaman" diyorum sonuç aynı, aynı sessizlik. kalıyorum, yine beton döküyorum gururuma, yine göze alamıyorum sensizliği, yine boyun eğiyorum. ve "kal" dahi demediğin evde sessizliğini umursamadan dikiliyorum. hayran kalıyorum sana, evdeki varlığım benim için bir devlet sorunuyken, olup olmaması senin zerre umrunda değil. biliyorsun yanı başın dışında yatacak yerim yok; biliyorum, sessizliğin bir karın gurultusu, açlıktan öldürüyor beni.
18 Mart 2010 Perşembe
terk-i dünya
13 Mart 2010 Cumartesi
bekleme odası demirbaşı nemden buruşmuş dergi
9 Mart 2010 Salı
"şimdi ben ne yapacağım?"
ve bir daha aynı anda dört adet çay bardağını tek elinle mutfağa götürmeyeceksin. şimdi temizle o cam kırıklarını.
7 Şubat 2010 Pazar
kış
okuduğunda büyük olacaksın, bunu. bir oda bir antre evinin kapısından çıkar çıkmaz özgür zannedip kendini tadını çıkara çıkara koşarken özgürlük zannettiğin şeye, hiçbir zaman düzgün olmamış zeminde diğerleri arasında fazladan yükselen bir taşa takılacaksın, kafan yerle kavuşacak. burnundan kaldırıma yolladığın kan damlalarını izleyeceksin. kalkmak isteyeceksin ama kimse seni kaldırmayacak. ağlamayacaksın.
büyük olacaksın, okuduğunda bunu. kedilerin bile donduğu söylendiği bir kışta hasta olacaksın. giydikleri onca şeye rağmen üşüyebilen sokakta gördüğün insanlar gelecek aklına, güzel diye değil, kalın diye üstlerindekini kıskanacaksın. üşüyeceksin ama üstünü örten olmayacak. ağlamayacaksın.
bunu, büyük olacaksın, okuduğunda. babanın iş bulamadığı bir günde döndüğü boş elleriyle evde seninle birlikte o adama bakan üç kardeşin daha olacak, annenin bağırışlarını duyacaksın, silip silip kullandığın defterden kaldırmayacaksın başını. okuduğun kitaptakileri anlamayacaksın ama kimse sana anlatmayacak. ağlamayacaksın.
okuduğunda bunu, büyük olacaksın. ağlamayacaksın.
iyi ki doğdun candilimando.
4 Şubat 2010 Perşembe
benzetmek-benzemek
karşınıza "biri"si oturur daha önceden karşılaşmadığınız, ortak arkadaşlar vasıtasıyla çıktığınız bir akşamda. dikkatinizi çeker herhangi bir yönüyle ve onu incelerken bulursunuz kendinizi, tepeden tırnağa. benzer. özlemişseniz muhakkak benzer. ve benzediği için yakın hissedersiniz kendinizi. daha önceden tanıyormuşsunuz gibi. yanınızdaki ortak arkadaşınıza söylerseniz ne kadar benzediğini. "ben benzetmiyorum o kadar" der. yine de umursamazsınız arkadaşınızı. onunla lafa girme şansı ararsınız. şans zannettiğiniz kara bir talihtir aslında. onu tanıdıkça özlenenden uzaklaşacağının farkında değilsinizdir. en güzeli, uzak durmaktır benzetilenden, suretle özlem gidermektir.
benzemek. elinizde olmayan bir şeydir aslında. birileri size başka "biri"nin etiketini yapıştırdığında "olabilir" dışında bir yorumunuz yoktur. benzetilen çok üstün bir nitelik olsa da siz değildir nihayetinde, başkasıdır. ve o anda farklılaştırmaya çalışırsınız kendinizi benzetilenden, "bir tanısanız, ben çok farklıyım" dır düsturunuz. boşuna aslında, benzemek sizden bağımsızdır. başkasının akıl algoritmasının uyumudur.
ancak acıdır, kimi zaman. arabeskin kralıdır. haberi olmadan seversiniz birini yıllarca. takıntınızdır, dininizdir, imanınızdır. o tanımaz etmez bile... tesadüf o ya, aynı masada buluşursunuz ortak arkadaşlar vasıtasıyla çıktığınız bir akşamda. öğrenirsiniz ki "biri" varmış hayatında. rolünüzü çok iyi oynarsınız. sanki gecelerle onu senkron etmemişsiniz gibi, kaldırdığınız her kadehi bir yandan ona atfetmemişsiniz, izlediğiniz, duyduğunuz, okuduğunuz her aşk hikayesinde o ruh eşiniz olmamış gibi. "biri"si olmasına rağmen hayat diye yaşadığı şeyde, sizi incelediğini fark edersiniz. hoşunuza gider. cesaretlenirsiniz, daha çok öne çıkma çabasına girersiniz. ta ki, ortak arkadaşınız sizin kulağınıza eğilip, seni "biri"ne benzetiyor diyene kadar.
defter
eğer gerçekten ölümümden sonra bedenimle ne yapılacağını umursuyor olsaydım, attığım her adımla ıslak bir pamuk gibi şekillenen beyaz plaj k...
-
aslında aramızda üçün beşin hesabı olmaz da bu garip hissi çözümlemeye çalışıyorum. işin özüne inersek ilkin soracağımız soru "niye ya...
-
insanları sınıflandırıyoruz ya şöyle böyle diye. al işte bir tanesi daha... imrenmiyor muyum? imreniyorum aslında. keşke sadece birini seveb...
-
sıfırdır. eksi bindir, onbindir de bizim takıldığımız güzel kız durmadan buna güler, peşinden ayırmaz. her yerde birliktedirler. siz tam m...