"hiçbir şey de gözüm yok, sen yanımda ol yeter"
öncelikle ne yapıyorsan bırak yapmayı, bırakamıyorsan bundan sonrasını okuma. acele etme, lütfen dur, bekle. ikiyüz liralık bir banknot gibi düşün bu yazıyı, bozdurma. bir kerede ver birinin eline gitsin. korkma buraya geldiysen, devam et. kafanı karıştırmak değil niyetim, bu mektup/mesaj/yazıda. vasiyetname. aşığın, aşkına son sözleri. esir edebildiğim kadar(ını) bırakıyorum, rahatsız edebildiğim kadar(ından) vazgeçiyorum, yorduğum tarafın varsa, söyle "geçti". şimdi doğrul yerinden, strese gerek yokmuş bak.
"sevgilim suçunu herkes bilecek, bana ettiğini herkes duyacak, seni allah bile affetmeyecek"
korkma, hayatında riske edebileceğin ne varsa et. fedakarlık diye birşey olmadığına ikna olmuştuk, hatırlarsın. seçimler diyorduk, insan ne yapıyorsa, seçip de yapıyor. fedakarlık dediği şey de aslında bir seçim. işte neyle mutlu olacağını biliyorsan, o patikadan yürü. kimse ile çıkmak zorunda değilsin. gücüne tapıyorum, biliyorum her dağa tek başına tırmanabilirsin. ha düşmeyeceksin, tökezlemeyeceksin mi sanıyorum, sanıyorsun. yok, düşeceksin, tökezleyeceksin ama biliyorum ki en çabuk sen kalkacaksın ayağa. en kolay sen devam edeceksin.
"madem ki benli hayat sana kafes kadar dar, uzaklaş git ellerimden gidebildiğin kadar"
oku, eline ne geçtiyse. kim bilir (ben değil), belki artık bana söylediğin zaman ki kadar manipüle etmiyordur dimağını, okuyorsundur. oku. herşeyi yaşayarak çözemezsin. yaz. kim bilir, belki daha fazla yazıyorsundur benimle olduğun zamandan. daha fazla yazman mı kötü, daha az mı bilemedim. zaten iyi ile kötüyü ayırt edemezdik ikimizde. bulanıktık. hayatımda en çok ağladığım günlerden biri aynı zamanda en güzellerinden biriydi. hem sendin ağlatan, hem sendin güldüren. bulanık.
gezegeninin bağlı bulunduğu yıldızının etrafında dönüşünün tam turunu not eden/kutlayan/anan bizim gibi canlıların olmadığı bir dünyada yaşamak isterdim. ya da senden hiç ayrılmadığım/kopmadığım/uzaklaşmadığım bir paralel evrende. ama hiçbirinde değilim. mecbur yaşadığım evreni, gezegeni kabullenip mücadele ediyorum. aslında bir bakıma gezi parkında yaşananlar gibi, her ayın 31'inde seni arayıp sabah 5'de biber gazı yiyorum. yanlış anlama ne ben o aktivistler kadar masumum ne de sen polisler kadar zalim. ama her seferinde daha da kalabalıklaşıyor eylemim. her seferinde mevzu sadece gezi park'ı olmaktan çıkıyor. telefonu açsan bunları sana söyleyebilir miydim, bilmiyorum, sanmıyorum. telefonu açmaman üzerine zaten benim hikayem. yine de iyi ki senin var olduğun bir dünya'ya geldim.
24 Kasım 2013 Pazar
29 Ağustos 2013 Perşembe
haliotis
bu şarkıyı burada paylaşmasam muhtemelen çıkmaz hayatımdan:
mohsen namjoo - toranj
sen, kendin olduğunda ne kadar kolaysa herşeyi aşman,
ben, sensiz olduğumda o kadar zor herhangiye başlamam.
saklambaç oynarken perdenin arkasına saklanan çocuğum,
kaybolmamak için annemin eteğine sarılmışlığım da var.
muhtemelen eşdeğer korkulardı o zamanlar,
sobelenme ve kaybolmalar.
annemle babam kavga ettiklerinde de korkuyordum,
kardeşime birşey olacak diye de.
karanlıktan,
silah seslerinden,
örümceklerden,
binamızdaki, intihar eden kızın dairesinin önünden geçmekten...
artık hepsi kadar biber gazı,
"sensizlikfobia"m var.
geri kalanlar
butik, kart korkular.
hani yeni telefonunu
ilk kez düşürürken yere elinden,
zaman yavaşlar,
telefonla yaşadıklarının film şeridi gelir,
gider ömür ömründen.
yine elimden,
kayıp gidişini
aynı vakarla izliyorum şimdi.
güneşe vurgun çocuğum.
güneşin batışı,
telefonun düşüşü,
sana veda,
çaresiz...
mohsen namjoo - toranj
sen, kendin olduğunda ne kadar kolaysa herşeyi aşman,
ben, sensiz olduğumda o kadar zor herhangiye başlamam.
saklambaç oynarken perdenin arkasına saklanan çocuğum,
kaybolmamak için annemin eteğine sarılmışlığım da var.
muhtemelen eşdeğer korkulardı o zamanlar,
sobelenme ve kaybolmalar.
annemle babam kavga ettiklerinde de korkuyordum,
kardeşime birşey olacak diye de.
karanlıktan,
silah seslerinden,
örümceklerden,
binamızdaki, intihar eden kızın dairesinin önünden geçmekten...
artık hepsi kadar biber gazı,
"sensizlikfobia"m var.
geri kalanlar
butik, kart korkular.
hani yeni telefonunu
ilk kez düşürürken yere elinden,
zaman yavaşlar,
telefonla yaşadıklarının film şeridi gelir,
gider ömür ömründen.
yine elimden,
kayıp gidişini
aynı vakarla izliyorum şimdi.
güneşe vurgun çocuğum.
güneşin batışı,
telefonun düşüşü,
sana veda,
çaresiz...
8 Mayıs 2013 Çarşamba
serçedes
nerede başladığını bilmediğimden,
nereden başlanacağını bilmiyorum. maria hakkında pek çok dedikodu geçiyor
beynim ile kalbim arası yokuşlarda ama hiçbirinin aslı, dayanmak için sağlam
bir konsol oluşturmuyor. bu hikayeye çok
öncelerden başladığımı sonraları keşfedebiliyorum ancak. bir sabah, pazar
kahvaltısı tadındaki rüyalar ile uyandım dimağımda.
dünyadaki huzursuzluğa yin olarak gönderilen yüzün,
benim tanrıya inanma sebebim. sen benim kutsal suyumsun, gözlerini her
gözlerime değdirdiğinde, gençlik çeşmesine düşmüşüm gibi yeniliyor hücrelerim
kendini. tanrım! yüzüne bakamıyorum, ağlatıyor beni. neden akıyor gözyaşlarım bilmiyorum. mutluluk, huzur, korku, hüzün… hepsi. ağlıyorum. yüzüne bakıp ağlıyorum. bir
tabii çekingen uzun ayaklı filler ya da akan saatler eğilimli rüyalar görmeyi
dilesem de böyle bir rüya gördüğüm için akromatik beynime teşekkür ediyorum.
kalkmamı söyledi. oysa bunları ona
söylemek için uyanmıştım, bırakmıştım rüyamı sanki. kolumu çekip bana “kalk
yataktan” dedi. bir bakışla verilebilecek tüm merhameti verdim ona, kolunu
yakalayıp yatağa çektim, kendini hemen bıraktı, küçük bir kız çocuğu gibi
kikirdeyip. üstünde beyaz geceliği vardı hala, kendisine bunu giymemesini
söylemiştim. zehirliyordu beni o geceliği ile güzelliği. hiçbir kadını
beğenmiyordum, bakmıyordum bile etrafımdakilere. onsuz olduğumda her şey bana
onu hatırlatıyordu. ve o geceliği giydiğinde güzelliğin sınırları çizilmiş
oluyordu insanlık için. yüzü bana dönük yanıma yattı, başını yastığıma koyup. yine ağlayacak gibi oldum. mutluluk buydu işte. pürüzsüz bembeyaz teni,
kocaman, kahverengi gözleri, yanağında ki “beni buradan öp” diye bağıran beni,
her biri kalbime saplı bir ok olan kirpikleri, o pembe, çok hafif pembe
dudakları, belli belirsiz tebessümü ile ağlatacak oluyordu beni. bense bunu
huzur diye çeviriyordum kendi lisanıma. savaşlar bitsin diye gönderilmişti
görenin öldürme genini yok eden yüzü. kalktı yeniden, “hadi gitmem lazım” dedi. kalmasını istiyordum, biraz daha duralım böyle dedim. dinlemedi. biliyordum
sevmiyordu beni, bu durumu hiçbir şeye dayandıramıyordum ama biliyordum,
sevmiyordu beni. bir rüya gibiydi, zaten rüyaydı.
uyandım, çok gerçek bir rüyadan,
çok zahir bir hayata. yastığımda salyalarımdan oluşan ıslaklığı hissettim. rüyamda
ki hayatı yaşamayı istedim bir anlığına ve bu bir an zamanın en küçük değil de
en büyük parçası oldu benim için. tekrar o evrene dönerim umuduyla gözlerimi
kapatıp uyumayı denedim. uyuyamadım. rüyamın etkisinde kalmıştım. hatta onu
bırak bizzat aşık olmuştum rüyamdaki o yüze. sonra birden bire, bir detay geldi
aklıma rüyamdan hediye, tam uyanırken bana bir şey söylemişti. sanki rüyalar
aleminden bu dünyaya dönerken beni koridorda yakalayıp kapıdan bağırmıştı. “beni
çok güldüreceksin.” düşünüyordum, o kimdi ki ben onu çok güldürecektim, ne
zaman olacaktı, nasıl olacaktı.
o gelince... boşluk doldurmacadır
ya güya aşk, dolu sandıklarımı da doldurdu. gelmesi için ısrar etsem de o
istemeden bu ısrarın bir faydası olmayacağını biliyordum. öteki taraftan henüz bilmiyordum
gönlümün onun biriminde çalışan ibresinin neyi gösterdiğini. önce uğramayacak
sandım çoraklığıma yaşadığım şehre gelince de öyle olmadı, ulaştı bana yağmurlu
bir günde, 31 gün süren aylardan biriydi. görüşebilmemiz için bir taksi
durağını işaret etti bana, “hızlı davran zamanımız kısıtlı” dedi bir de. “e bu
muydu peki benim sen geleceksin diye kurduğum hayallerim?” diye soracaktım da,
sormadım. Bindim serçedes’e, “kemerini bağla, yağı kontrol et” dedikten sonra
“heyecanını da yen artık” dedi bana. sağ olsun en hareketli şarkıları çaldı yol
boyunca. derken vardık maria’nın işaretlediği durağa. beni bir taksi gibi
durdurdu ki kendisini beş yıldır görmüyordum. evet evet, beş yıldır görmediği
insanlara taksici gibi davranmak huyuydu onun. keşfe çıktık, nefes aldığımız
şehirle birbirimizi. bana çok soru sorduğumu söyledi, ben de ona çok cevap
vermediğini söyledim. bana çok mükemmeliyetçisin dedi, ben de ona nesnelere çok
anlam yüklüyorsun dedim. nereden bakarsan bak, analiz ediyorduk birbirimizi, kafa
yoruyorduk. söylediği gibi kısa kalmadı yanımda, sanırım sıkılmaktan korktu da
bir önlem olarak tuttu erken kalkması gereğini cebinde. ve gitme zamanı geldi,
hiç sürmediğim kadar yavaş sürüyordum arabayı. ikimizde susmuş birbirimizin
suskunluklarını dinliyorduk. suskunluğu da çok güzeldi. ancak ben bozdum
sessizliği, bir şiir okuyarak. “yüzün en güzel renklere ev sahibi/ bir ressamın
paleti gibi/ ismin anıldığında/ ulaşır gözlerimle hayallerim arasında kalan
bölgeye/ gerçekle rüyanın tam ortasına.” ahmet telli’nin bu şiir dedim. “hayallerimden
ve rüyalarımdan daha güzeldin/ ve gerçektin/ anladım ki/ tanrı benden daha
zevkli” bu da ahmed arif dedim. inandı. sonra sustum, yine susuştuk. geldik
kalacağı yerin önüne. İndi arabadan, gitti. o an anladım ki, bu gitmek, gitmek
değildi düpedüz kelepçeleyip ellerimi peşinden sürüklemekti. pek çok şeyi onu
bıraktığım yerde bırakarak, onunla geçen zamanı beynimin silinmeyecek anılar
klasörüne koyarak, döndüm eve.
ertesi gün aradı, beraber
kahvaltı yapalım diye, koşa koşa indim aşağıya arabaya binmek için. yüz metre
atletleri “çıkın” diye patlayan silahın sesini nasıl bekliyorlarsa öyle
bekliyordum zaten aramasını. yanına gittiğimde beni görünce gülümseyen yüzü,
bir yerden bir yere ulaştım diye bana verilen en büyük hediye oldu. kahvaltı yaptık, konuştuk, sustuk, baktık. o kadar,
onunla yaşanılanları beynimin bir köşesine kazımak için çaba gösteriyordum ki
anı kaydetmekten söylemek istediklerimi doğru aktaramıyordum. cümle bozukluklarımla dalga geçerken onu keyifli görmek mutluluk veriyordu. onunla olmak o
kadar güzeldi ki.
sanırım geldik, yaşadıklarımızın
ve anlattıklarımın en zayıf yerine. ben ona aşık oldum ki o sırada bu hikayeye
ismini veren arabayı düzeltmeye çalışıyordum sürttüğüm bariyerlerden. tabelalarda gösterilen, gidilmesi gereken hızdan 3 kat daha hızlı sürüyordum. onunkini ve kendi hayatımı riske atıyordum. o yanımda kahkahalar atıyordu. ben
direksiyonla cebelleşirken hayatlarımız için, o gülüyordu. ve bu anda yeni bir
başlık açılıyordu hayatımın seyir defterinde, aşk diye. kazada geçirdiğim
şoktan dolayı ya da kahkahasında barındırdığı eşsiz nağmeden dolayı değil. kahkahasıyla beni “kalk bak hala
yaşıyoruz, mutlu olmalısın” diye derin bir şoktan uyandırmasından dolayı da
başlamıyordu bu hikaye. başlamıştı zaten. sadece ben büyük bir parçasından
eksiktim aşk bütününün. rüyamda gördüğüm kadına aşıktım zaten, başka biriyle
değiştiremeyecek kadar sadıktım. o maria’ydı. rüyalar aleminden çıkarken “beni
çok güldüreceksin” diye bağırmıştı. onun yüzüydü o rüyada gördüğüm, onun
yüzüydü tanrıya inanma sebebim, onun yüzüydü tanrının iyilik diye dünyaya
gönderdiği. yanımda oturuyordu, kahkaha atıyordu, bense bir türk filmlerinden
fırlamış dikkatsiz, kaza yapan bir jön gibi direksiyonu çeviriyordum,
hayatlarımız için. uyandım.
tabii ki hikayenin en mutlu
yerinin bu kısmı olduğunu kestiriyorsunuz: “yazar daha önceden rüyasında görüp
de aşık olduğu maria’sına bir kaza sonrası tekrar aşık oldu. rüyalarındaki kızı
buldu.” mükemmel bir aşk hikayesinin, mükemmel başlangıcı. lakin öyle değil. normal
düzende ilerleyecek bir hikayede yapılması gereken şey, yazarın serçedes’i
müsait bir yere çekip arabadan inip arabanın yaralandığı yere bakıyormuş gibi yapıp
maria’ya aşkını itiraf etmesi olurdu. sonra birbirlerine sarılırlar maria da
bir papağan gibi söylerdi ona aşık olduğunu. öyle olmadı, çünkü bu sıradan ve
mükemmel bir aşk hikayesi değildi. arabayı sürmeye devam ettim, maria’ya kaza
hakkında bir iki şey söyledim, sıradanlığıma devam edip. endişeliydim,
terliyordu ellerimin içi. fakat bu endişenin kaza ile en ufak bir ilgisi yoktu.
bir rüya nasıl gerçek olabilirdi
ki? hele bir de bunu yaşayan koyu bir materyalistse. maria’yı düşündüm, yanımdaydı. istediğim an yüzüne bakabiliyordum, hatta aşkımı itiraf etsem, elini tutup,
sarılıp öpebileceğimden de emindim. yanağındaki o eşsiz bene bakıyordum bir alkol
bağımlısının green label’a baktığı gibi. bana kalsa louvre’da ki mona lisa
tablosunu indirir, maria’nın beni’ni asardım oraya. konuşuyordu yüzündeki ben,
“öp beni buradan diye konuldum ben buraya” diyordu bana. uzun uzun ve merakla
kendisine bakmam dikkatini çekti. bana bakıp kaşlarını yukarı kaldırarak gülümsedi. sonra tekrar önüne döndü. biliyordum tam olarak sevmiyordu beni ama bu tanının
hiçbir semptomu yoktu. rüyamdaki gibi. bulmuştum rüyamdaki kızı ve anlamıştım
rüyalarımı kaybettiğimi.
hiçbir şey konuşmadık bir müddet,
o, yaptığım kazanın şokunun devam ettiğini sandı. ben de kaza hakkında
konuşmaya devam ederek bu sanrısını güçlendirdim onun nezdinde. hatta “biz
beraber çok güzel bir gün geçirdik, kazanın bunun önüne geçmesine izin
vermeyelim” bile dedim. o da olur diye salladı başını. bunun dışında ona bir
şey söylemek, bir sigara paketine 21. sigarayı yerleştirmek demekti. yerleştiremedim. sarıldı bana, bıraktıklarından habersiz, hastalığını bilmeyen
bir taşıyıcı gibi. omuzlarımı tutup bana baktı. çok şey geçti içimden, çok şey
söylemek, o ana, o anda çok şiir yazmak. hiçbirini yapmadım, titremelerini belli
etmemeye çalıştığım dudaklarımla, “git” dedim. gülümsedi, evet yine yaptı,
yaraladı her yerimi. gitti. bıraktım rüyalarımdaki kızı, rüyalarımı çalacaktı
yoksa benden. her gece uyumak için sabırsızlanmamı, yatağa girdiğimde yorganı
kafamın üzerine kadar çekip hayaller kurmamı, huzur içinde, mutlulukla onu
görebileceğim için uykuya dalmamı, sabahları uyandığımda onu rüyamda
göremediğim için içine düştüğüm melankoliyi, akşam olduğunda, uyumaya
yaklaştığımda onu görme ihtimalime bir adım daha yaklaştığım için salgıladığım
endorfini çalacaktı benden. onun yeri, ellerim, kollarım, dudaklarım değildi,
beynimdi.
bir daha aramadım maria’yı, o da
aramadı. aşkımı aşkıma, sevgimi sevgilime tercih ettim. her gece uyurken, kıpır
kıpır oluyor içim hala, midem de kelebekler uçuşuyor rüyalarımın maria’sını
görebilme ihtimalimle. her gece uyurken fazladan sıkıyorum parfümümü.
23 Mart 2013 Cumartesi
bakır madenleri
bir kere şunu bir açın: minas de cobre - calexico
kurduğum cümlelerin öznesi olmaya değmiyorum.
yine de merak ediyorum,
sabah uyandığında ne kadar çapak gözlerin,
ne kadar mahmursun,
ilk çalışında uyanır mısın alarmı saatin,
kahvaltıda ne yer, ne içersin,
penceredeki güne göre değişir mi ruh halin?
bilirim parfüm sürmezsin,
yine de hangi çiçek kokar tenin,
sen hangisini seversin,
ne koktuğu da önemli mi bir çiçeğin senin için?
çok üşür müsün apartmandan çıktığında,
acır mısın önünden geçtiğin dilencinin,
selam verir misin her sabah ilk gördüğüne,
gülümser mi gözlerin her tanıdık için?
keman dinler misin,
tiyatroya gider misin,
ne kadar içersin,
ne kadarı yeterdir güzel kafan için,
kim gelir aklına o an,
ya da kim çıkmaz aklından,
kimdir tetikleyicisi arabeskinin?
miadı var mıdır hayallerinin,
yoksa her hayali birbirinden ayırır mısın,
ne kadar mutsuzsan ağlarsın,
kaç damla gözyaşı yeterli ağladım diyebilmen için?
bitirir misin her gece başucuna koyduğun suyu,
kafanı koyduğunda yastığa kapanır mı gözlerin,
dua eder misin herhangiye, herhangi için,
ne renktir pijamaların,
ne renktir rüyaların?
kurduğum cümlelerin öznesi olmaya değmiyorum.
yine de merak ediyorum,
sabah uyandığında ne kadar çapak gözlerin,
ne kadar mahmursun,
ilk çalışında uyanır mısın alarmı saatin,
kahvaltıda ne yer, ne içersin,
penceredeki güne göre değişir mi ruh halin?
bilirim parfüm sürmezsin,
yine de hangi çiçek kokar tenin,
sen hangisini seversin,
ne koktuğu da önemli mi bir çiçeğin senin için?
çok üşür müsün apartmandan çıktığında,
acır mısın önünden geçtiğin dilencinin,
selam verir misin her sabah ilk gördüğüne,
gülümser mi gözlerin her tanıdık için?
keman dinler misin,
tiyatroya gider misin,
ne kadar içersin,
ne kadarı yeterdir güzel kafan için,
kim gelir aklına o an,
ya da kim çıkmaz aklından,
kimdir tetikleyicisi arabeskinin?
miadı var mıdır hayallerinin,
yoksa her hayali birbirinden ayırır mısın,
ne kadar mutsuzsan ağlarsın,
kaç damla gözyaşı yeterli ağladım diyebilmen için?
bitirir misin her gece başucuna koyduğun suyu,
kafanı koyduğunda yastığa kapanır mı gözlerin,
dua eder misin herhangiye, herhangi için,
ne renktir pijamaların,
ne renktir rüyaların?
8 Şubat 2013 Cuma
bukalemun
hala bloğu takip edenler var. azimlerine hayranım. onlardan biri bugün doğmuş. iyi ki...
Önce ilk kahramanımızı tanıtayım size de hikâye refah
kazansın. (Lavuğun teki bu. Lan dur otobiyografik yazacaktım ben. birinci tekil
şahıs kullanayım. Anlatayım kendimi. Aşk denen zımbırtı ya da zümrüt benim hem
her şeyim hem de hiçbir şeyim. Hem herkese âşık olabilirim hem de kimseye. Hem ölebilirim âşık olduğum için hem de
kılımı kıpırdatmam. Hem her an âşık olabilirim, hem de asla âşık olmam. Aslında
aşkı en yoğun yaşadığım yerler bar masaları olur, yalnız gidip bir birayı
bitirmeden ötekini istediğim. O
tekdüzelikte, sıkışmışlıkta ve kafayı hafiften bulup kurduğum hayallerden
sıkıldığımda, güzel oldukları yönünde kendimi kandırdığım, önümden tuvalete
gitmek için geçen hatunları keserim. Bakışıma karşılık aldığım zaman tuvalette
oldukları müddetçe özlerim, o müddette aklıma getirdiğim binlerce sıfattan
acaba hangisi ona yakışır diye düşündüklerimi. Öyle bir özlerim ki o lanet yere
şaşı bak şaşır resmine verdiğim dikkatle bakarım, çıkarken bir daha görebilmek
için zat-ı alleri. Ve çıkarlar o lanet yerden, cehennemde cezası bitmiş cennetime yeni ayak
basan huriler kıvamında. Ve tekrar ve ısrarla ve umursuzca ve umut ederek
dadanırım tekrar gözlerine. Kimisi karşılık verir yeniden, kendisine olan
aşkımı bitiren bakışlarıyla. bir bakışla biter benim aşkım, özlemim. çekerim
gözlerimi hafiften bayarak, birkaç adım önce “acaba hera’mı olsa yoksa
athena’mı, bu çok güzel kesin helen bu.” dediklerimi. Çünkü elde etmiş
olurum artık, götüm kalkar, defederim cennetimden. Ama bakmadıkları
zaman, işte o zaman başlıyor benim hikâyem. Bara gelmemin bir anlamı oluyor.
Bir bira daha istiyorum ötekini bitirmeden, köpüğü efkârlı olanlardan. Cham’da
(bukalemunu bu şekilde kısaltmayı tercih ettim.) geçti masamın önünden ve
tuvaletten çıktıktan sonra bana tekrar bakmayı tercih edenlerin sınıfına girdi. Diğerlerinden farklı olarak bana gözleri ile temas etmesine rağmen
cennetimde kaldı. Çünkü ufak bir ayrıntı taşıyordu yanında ve o ayrıntıya
“aşkım” diye hitap ediyordu.
Tanıştık kendisiyle sonra ve bir müddet her şey olması
gerektiği gibi gitti (oralar çok sıkıcı anlatmaya gerek yok, geyiğe döner
hikâye). Sonra o, kalbi bir organ gibi düşündüğümüzde uzak kaldı sevdiğinden bir
ara. Ben de o ara sızı verdim kalbine. Her şeyi olması gerektiği gibinin
bahanelerinde yaşıyorduk. Tabiri caizse, çok popüler olan adıyla; kankaydık.
Lakin biz daha fazlasını yaşıyormuşuz gibi geliyordu bana ki geldiği yer, benim
fedakârlık yapmaya başladığım yerdi.
c- hadi fotoğraf çekilelim.
k- olmaz, ben sevmiyorum fotoğraf çektirmek.
c- neden sevmiyorsun?
k- bu kadar çirkin bir suratın olsa sen de sevmezdin inan.
Siz güzeller ne anlarsınız çirkinin halinden.
c- ben güzel miyim?
k- evet, hatta ileride kartvizitin olursa önüne gz. eklemeyi
de sakın unutma.
c- yaa dalga geçme.
k- dalga geçmiyorum, kalp hastalarının sana bakmamaları
gerek ve kalp damarlarımı tıkamaya başladın.
c- o kadar güzel miyim?
k- keşke sadece o kadar güzel olsaydın.
c- tamam işte benim güzelliğim örter, senin çirkinliğini, fotoğraf güzel çıkar.
k- çok şanslı bir adamım ben.
Ve çekti fotoğrafımızı, fedakârlık yaptım ona izin vererek. İlginçtir ki ben de güzel çıktım. Biz bir müddet daha böyle fotoğraflar çekip,
böyle diyaloglara girdik, güzel ve çirkin masalı tandanslı. Bu günlerden bir
gün onun doğum günü oldu. Hatta hediye bile yazdım ona. Veremedim. Onun yerine
konuştuk saatlerce kendimiz üzerine.
c- bak bugün benim doğum günüm bana bir şeyler söylemek
istemiyor musun?
k- doğum günün kutlu olsun.
c- sadece bunu mu söyleyebiliyorsun?
k- benden duymak istediğin her şeyi söyleyebilirim sana.
Duymak istediklerini söyle, yeter.
Söyleyemedi. Ben de söyleyemedim. Aramızda ufak bir ayrıntı
vardı ve o, o ayrıntıya “aşkım” diyordu.
Ve ara bitti. Gitmem gerekiyordu artık ki kalben ayrılacaktım ondan,
kalbim bir organ değildi. Hiç bir şey değildi. Maddenin dördüncü haliydi,
beşinci haliydi, yirmi beşinci haliydi. Madde değildi. O geceyi birlikte
geçirdik, sanki dünyaya sırf o geceliğine inmişler gibi mutlu. Uzandık yan yana.
Birbirimize baktık ama daha fazlası yoktu. Sadece bakıyorduk. Seslerimiz bile
kirletmiyordu o anı, kısık bir ışık altında.
Oysa o kadar çok şey söylemek istiyordum ki. Hem bir rüyada gibiydim hem
de kâbusta. Hiç o kadar güzel bir rüya görmemiştim ve hiçbir kâbusumda bu kadar
boşa bağırmamıştım. Sonunda dayanamayıp sadece dudaklarına
dokundum. Ve o bana yaptığımın tehlikeli olduğunu söyledi.
c- yaptığın çok tehlikeli.
k- tehlikeli mi?
c- evet hem de çok.
k- ne yapıyorsun, biliyor musun? Kendi halinde uslu uslu
oturma odasında oyuncaklarıyla oynayan bir çocuğa “yatak odasına gitme orası
çok tehlikeli” diyorsun. Ve çocuğun yatak odasına gitmemesini istiyorsun. Ama
için rahat olsun çocuk yatak odasına gitmeyecek biliyor oranın tehlikeli olduğunu.
Sonra gitme vaktim geldi, kalben, beynen, ruhen, geride
bırakarak. Şimdiye kadar o kadar şeyi bırakıp gidebilmişliğim hiç olmamıştı.
Sonra gitme vaktim geldi. Daha çok gençti, hiç vakti değildi. Ölüm gibi gittim. Bitmedi
hikâye ben gittim diye. Gelişme kısmına geçtik. “Bana ne yaptın sen diyordu?”
gittikten sonra. Ben bir şey yapmamıştım. Ya da evet yapmıştım. Sonunda
bulmuştum cennetimde cehennemden çıktığında gözlerime baktığı halde kalabilecek
birini, “kızımız olur ileride, oğlumuz da olur, hatta oğlumuz olana kadar
çocuğumuz olur, sonra büyür onlar, torunlarımız olur, kız da olur, erkek de
olur, sonra ilk ben ölürüm, sen bizim evleri satıp satmamak arasında kalırsın,
her gün gelirsin mezarıma, çiçek de getirirsin ama bilmezsin hangi çiçeği
sevdiğimi, her gün bir çeşit, sonra yanımdaki mezarı ölmeden satın alırsın ve
sen de ölürsün, yanıma gömülürsün ve işte al sana sonsuz mutluluk, sonsuz aşk”
diyebileceğim birini. Ama olamazdık, aramızda ufak bir detay vardı ve o, o
detaya “aşkım” diyordu. Ben bunu anlattım bir müddet ona, hatta aradı beni
açmadım. Çok üzüldü. Hem de çok. Ben daha çok üzüldüm o bilmedi. Son
öpücük kadar ani, pişman, ıpıssız gecenin sesi kadar yalnız, bir idam
mahkûmunun ölümünü istediği kadar çabuk, rüzgâr kadar savruk, sandı
kendini. Değildi, İlk öpücük kadar heyecanlı,
toy. Kalabalık
bir gece kadar şatafatlı ve bir idam mahkûmunun umuduydu. Ama evet
rüzgâr kadar savruktu. İçimden
fısıldadığım ismi, hangi kitaba hangi harflerle yazılırsa yazılsın, kimlerin
ağzından duyulursa duyulsun, o fısıltı kadar anlatamayacaktı bana kendini.
Yağmurdan kaçarken kafamın üzerine koyduğum değil, ceketimin altında sakladığım
kitabımdı. Bilmedi. O ben üzülmüyorum sandı, anlatamadım. Mutluluğun
anahtarı bende değildi. O ufak detay, hayal kırıklığı, kendisine benim
verebileceğimden kat be kat fazla mutluluk verebilirdi. Uzaklaştırdım ondan
kendimi. Onu özlemiyorum sandı, kendi gözyaşlarının sesinden benimkileri
duyamadı, oysa kendisine şöyle bir mesaj atmaktan son anda vazgeçmiştim; “öteki
yüzünü asla göremeyecek bir bıçak gibi özlüyorum seni.” Nasıl 100 kilodan fazlasını
kaldıramıyorsam bu mesajı atmayı da kaldıramazdım, 3000 kiloydu. Onsuzken
inşaata gidip kum elemekte buluyordum kendimi. Yeryüzünde yaptığım en huzurlu
şeydi, namazımdı benim. Ama yorucuydu, anam ağlıyordu. On beşinci kürek ağırdı,
on altıncı daha ağır, on yedi daha da ağır. Gittikçe ağırlaşıyordu. Tıpkı onu
görmediğim günler gibi. Sonra o unuttu beni, onu unuttuğumu sanıp. Mutlu edemezdim ben onu, onu değil hiç
kimseyi mutlu edemezdim ben. Mutlu değildim. Sen böyle söylersen zaten mutlu
olamazsın denilecek durumda dahi değildim. Sadece benim ülkemin vatandaşı olup
benden bir şeyler bekleyen hiç kimseyi istemiyordum hayatımda. Bencil miydim
evet, vaat ediyor muydum hayır. Böyle rahatlatıyordum vicdanımı, vaat
etmediğimi söyleyerek kendime. Oysa başka şeyler söylüyordu dilim,
karşısındakini de suçluyordu: “sana bakınca anladım ki, hiçbir dilenci öbürüne
sadaka vermiyor”.
Sonra cham bir ara uzaklaştı yine kalben. Ruhen de. O ara kendimi sundum ona. Benimle
çok istediği ama bir türlü satın alamadığı oyuncağını elde ettiği zaman
oynadığı gibi oynadı. Bıraktı sonra. Öyle olmasını istiyordum ben de. Mutlu
olamayacaktı yoksa. Hala ara ara vakit geçirir, ben sarhoş olur ve ona âşık
olurum. Ağzımdan dökülür ona layık cümleler. O mutlu olur, bunları başkasından
duyduğuna. Sever çünkü cham kendini. Hatta ortak bir yönümüzdür, tek kalbi olan
siyam ikizleri gibi aynı kişiye aşığızdır, ikimiz de ona aşığızdır. Ama onun
kendisini sevmesini de severim ben, belki onun kendisini sevdiğinden daha çok
sevdiğimdendir onu. Hikâye burada bitiyor. Bu kadar yaşandı çünkü belki de
bitmedi. Ancak bitmeli. İkimiz de biliyoruz. Siz de biliyorsunuz, artık kaçınız
buraya gelebildiyse. Ancak bitmeli. Aramızda ufak bir detay var ve o, o detaya
“aşkım” diyor. Bir parantez açmışım en başlarda, açık kalmış, bizim ilişkimiz
gibi. Kapanmalı. Size yaşadıklarımızdan daha gerçek bir hikâye anlattım. Parantezi kapattım.)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
defter
eğer gerçekten ölümümden sonra bedenimle ne yapılacağını umursuyor olsaydım, attığım her adımla ıslak bir pamuk gibi şekillenen beyaz plaj k...
-
aslında aramızda üçün beşin hesabı olmaz da bu garip hissi çözümlemeye çalışıyorum. işin özüne inersek ilkin soracağımız soru "niye ya...
-
insanları sınıflandırıyoruz ya şöyle böyle diye. al işte bir tanesi daha... imrenmiyor muyum? imreniyorum aslında. keşke sadece birini seveb...
-
sıfırdır. eksi bindir, onbindir de bizim takıldığımız güzel kız durmadan buna güler, peşinden ayırmaz. her yerde birliktedirler. siz tam m...