nerede başladığını bilmediğimden,
nereden başlanacağını bilmiyorum. maria hakkında pek çok dedikodu geçiyor
beynim ile kalbim arası yokuşlarda ama hiçbirinin aslı, dayanmak için sağlam
bir konsol oluşturmuyor. bu hikayeye çok
öncelerden başladığımı sonraları keşfedebiliyorum ancak. bir sabah, pazar
kahvaltısı tadındaki rüyalar ile uyandım dimağımda.
dünyadaki huzursuzluğa yin olarak gönderilen yüzün,
benim tanrıya inanma sebebim. sen benim kutsal suyumsun, gözlerini her
gözlerime değdirdiğinde, gençlik çeşmesine düşmüşüm gibi yeniliyor hücrelerim
kendini. tanrım! yüzüne bakamıyorum, ağlatıyor beni. neden akıyor gözyaşlarım bilmiyorum. mutluluk, huzur, korku, hüzün… hepsi. ağlıyorum. yüzüne bakıp ağlıyorum. bir
tabii çekingen uzun ayaklı filler ya da akan saatler eğilimli rüyalar görmeyi
dilesem de böyle bir rüya gördüğüm için akromatik beynime teşekkür ediyorum.
kalkmamı söyledi. oysa bunları ona
söylemek için uyanmıştım, bırakmıştım rüyamı sanki. kolumu çekip bana “kalk
yataktan” dedi. bir bakışla verilebilecek tüm merhameti verdim ona, kolunu
yakalayıp yatağa çektim, kendini hemen bıraktı, küçük bir kız çocuğu gibi
kikirdeyip. üstünde beyaz geceliği vardı hala, kendisine bunu giymemesini
söylemiştim. zehirliyordu beni o geceliği ile güzelliği. hiçbir kadını
beğenmiyordum, bakmıyordum bile etrafımdakilere. onsuz olduğumda her şey bana
onu hatırlatıyordu. ve o geceliği giydiğinde güzelliğin sınırları çizilmiş
oluyordu insanlık için. yüzü bana dönük yanıma yattı, başını yastığıma koyup. yine ağlayacak gibi oldum. mutluluk buydu işte. pürüzsüz bembeyaz teni,
kocaman, kahverengi gözleri, yanağında ki “beni buradan öp” diye bağıran beni,
her biri kalbime saplı bir ok olan kirpikleri, o pembe, çok hafif pembe
dudakları, belli belirsiz tebessümü ile ağlatacak oluyordu beni. bense bunu
huzur diye çeviriyordum kendi lisanıma. savaşlar bitsin diye gönderilmişti
görenin öldürme genini yok eden yüzü. kalktı yeniden, “hadi gitmem lazım” dedi. kalmasını istiyordum, biraz daha duralım böyle dedim. dinlemedi. biliyordum
sevmiyordu beni, bu durumu hiçbir şeye dayandıramıyordum ama biliyordum,
sevmiyordu beni. bir rüya gibiydi, zaten rüyaydı.
uyandım, çok gerçek bir rüyadan,
çok zahir bir hayata. yastığımda salyalarımdan oluşan ıslaklığı hissettim. rüyamda
ki hayatı yaşamayı istedim bir anlığına ve bu bir an zamanın en küçük değil de
en büyük parçası oldu benim için. tekrar o evrene dönerim umuduyla gözlerimi
kapatıp uyumayı denedim. uyuyamadım. rüyamın etkisinde kalmıştım. hatta onu
bırak bizzat aşık olmuştum rüyamdaki o yüze. sonra birden bire, bir detay geldi
aklıma rüyamdan hediye, tam uyanırken bana bir şey söylemişti. sanki rüyalar
aleminden bu dünyaya dönerken beni koridorda yakalayıp kapıdan bağırmıştı. “beni
çok güldüreceksin.” düşünüyordum, o kimdi ki ben onu çok güldürecektim, ne
zaman olacaktı, nasıl olacaktı.
o gelince... boşluk doldurmacadır
ya güya aşk, dolu sandıklarımı da doldurdu. gelmesi için ısrar etsem de o
istemeden bu ısrarın bir faydası olmayacağını biliyordum. öteki taraftan henüz bilmiyordum
gönlümün onun biriminde çalışan ibresinin neyi gösterdiğini. önce uğramayacak
sandım çoraklığıma yaşadığım şehre gelince de öyle olmadı, ulaştı bana yağmurlu
bir günde, 31 gün süren aylardan biriydi. görüşebilmemiz için bir taksi
durağını işaret etti bana, “hızlı davran zamanımız kısıtlı” dedi bir de. “e bu
muydu peki benim sen geleceksin diye kurduğum hayallerim?” diye soracaktım da,
sormadım. Bindim serçedes’e, “kemerini bağla, yağı kontrol et” dedikten sonra
“heyecanını da yen artık” dedi bana. sağ olsun en hareketli şarkıları çaldı yol
boyunca. derken vardık maria’nın işaretlediği durağa. beni bir taksi gibi
durdurdu ki kendisini beş yıldır görmüyordum. evet evet, beş yıldır görmediği
insanlara taksici gibi davranmak huyuydu onun. keşfe çıktık, nefes aldığımız
şehirle birbirimizi. bana çok soru sorduğumu söyledi, ben de ona çok cevap
vermediğini söyledim. bana çok mükemmeliyetçisin dedi, ben de ona nesnelere çok
anlam yüklüyorsun dedim. nereden bakarsan bak, analiz ediyorduk birbirimizi, kafa
yoruyorduk. söylediği gibi kısa kalmadı yanımda, sanırım sıkılmaktan korktu da
bir önlem olarak tuttu erken kalkması gereğini cebinde. ve gitme zamanı geldi,
hiç sürmediğim kadar yavaş sürüyordum arabayı. ikimizde susmuş birbirimizin
suskunluklarını dinliyorduk. suskunluğu da çok güzeldi. ancak ben bozdum
sessizliği, bir şiir okuyarak. “yüzün en güzel renklere ev sahibi/ bir ressamın
paleti gibi/ ismin anıldığında/ ulaşır gözlerimle hayallerim arasında kalan
bölgeye/ gerçekle rüyanın tam ortasına.” ahmet telli’nin bu şiir dedim. “hayallerimden
ve rüyalarımdan daha güzeldin/ ve gerçektin/ anladım ki/ tanrı benden daha
zevkli” bu da ahmed arif dedim. inandı. sonra sustum, yine susuştuk. geldik
kalacağı yerin önüne. İndi arabadan, gitti. o an anladım ki, bu gitmek, gitmek
değildi düpedüz kelepçeleyip ellerimi peşinden sürüklemekti. pek çok şeyi onu
bıraktığım yerde bırakarak, onunla geçen zamanı beynimin silinmeyecek anılar
klasörüne koyarak, döndüm eve.
ertesi gün aradı, beraber
kahvaltı yapalım diye, koşa koşa indim aşağıya arabaya binmek için. yüz metre
atletleri “çıkın” diye patlayan silahın sesini nasıl bekliyorlarsa öyle
bekliyordum zaten aramasını. yanına gittiğimde beni görünce gülümseyen yüzü,
bir yerden bir yere ulaştım diye bana verilen en büyük hediye oldu. kahvaltı yaptık, konuştuk, sustuk, baktık. o kadar,
onunla yaşanılanları beynimin bir köşesine kazımak için çaba gösteriyordum ki
anı kaydetmekten söylemek istediklerimi doğru aktaramıyordum. cümle bozukluklarımla dalga geçerken onu keyifli görmek mutluluk veriyordu. onunla olmak o
kadar güzeldi ki.
sanırım geldik, yaşadıklarımızın
ve anlattıklarımın en zayıf yerine. ben ona aşık oldum ki o sırada bu hikayeye
ismini veren arabayı düzeltmeye çalışıyordum sürttüğüm bariyerlerden. tabelalarda gösterilen, gidilmesi gereken hızdan 3 kat daha hızlı sürüyordum. onunkini ve kendi hayatımı riske atıyordum. o yanımda kahkahalar atıyordu. ben
direksiyonla cebelleşirken hayatlarımız için, o gülüyordu. ve bu anda yeni bir
başlık açılıyordu hayatımın seyir defterinde, aşk diye. kazada geçirdiğim
şoktan dolayı ya da kahkahasında barındırdığı eşsiz nağmeden dolayı değil. kahkahasıyla beni “kalk bak hala
yaşıyoruz, mutlu olmalısın” diye derin bir şoktan uyandırmasından dolayı da
başlamıyordu bu hikaye. başlamıştı zaten. sadece ben büyük bir parçasından
eksiktim aşk bütününün. rüyamda gördüğüm kadına aşıktım zaten, başka biriyle
değiştiremeyecek kadar sadıktım. o maria’ydı. rüyalar aleminden çıkarken “beni
çok güldüreceksin” diye bağırmıştı. onun yüzüydü o rüyada gördüğüm, onun
yüzüydü tanrıya inanma sebebim, onun yüzüydü tanrının iyilik diye dünyaya
gönderdiği. yanımda oturuyordu, kahkaha atıyordu, bense bir türk filmlerinden
fırlamış dikkatsiz, kaza yapan bir jön gibi direksiyonu çeviriyordum,
hayatlarımız için. uyandım.
tabii ki hikayenin en mutlu
yerinin bu kısmı olduğunu kestiriyorsunuz: “yazar daha önceden rüyasında görüp
de aşık olduğu maria’sına bir kaza sonrası tekrar aşık oldu. rüyalarındaki kızı
buldu.” mükemmel bir aşk hikayesinin, mükemmel başlangıcı. lakin öyle değil. normal
düzende ilerleyecek bir hikayede yapılması gereken şey, yazarın serçedes’i
müsait bir yere çekip arabadan inip arabanın yaralandığı yere bakıyormuş gibi yapıp
maria’ya aşkını itiraf etmesi olurdu. sonra birbirlerine sarılırlar maria da
bir papağan gibi söylerdi ona aşık olduğunu. öyle olmadı, çünkü bu sıradan ve
mükemmel bir aşk hikayesi değildi. arabayı sürmeye devam ettim, maria’ya kaza
hakkında bir iki şey söyledim, sıradanlığıma devam edip. endişeliydim,
terliyordu ellerimin içi. fakat bu endişenin kaza ile en ufak bir ilgisi yoktu.
bir rüya nasıl gerçek olabilirdi
ki? hele bir de bunu yaşayan koyu bir materyalistse. maria’yı düşündüm, yanımdaydı. istediğim an yüzüne bakabiliyordum, hatta aşkımı itiraf etsem, elini tutup,
sarılıp öpebileceğimden de emindim. yanağındaki o eşsiz bene bakıyordum bir alkol
bağımlısının green label’a baktığı gibi. bana kalsa louvre’da ki mona lisa
tablosunu indirir, maria’nın beni’ni asardım oraya. konuşuyordu yüzündeki ben,
“öp beni buradan diye konuldum ben buraya” diyordu bana. uzun uzun ve merakla
kendisine bakmam dikkatini çekti. bana bakıp kaşlarını yukarı kaldırarak gülümsedi. sonra tekrar önüne döndü. biliyordum tam olarak sevmiyordu beni ama bu tanının
hiçbir semptomu yoktu. rüyamdaki gibi. bulmuştum rüyamdaki kızı ve anlamıştım
rüyalarımı kaybettiğimi.
hiçbir şey konuşmadık bir müddet,
o, yaptığım kazanın şokunun devam ettiğini sandı. ben de kaza hakkında
konuşmaya devam ederek bu sanrısını güçlendirdim onun nezdinde. hatta “biz
beraber çok güzel bir gün geçirdik, kazanın bunun önüne geçmesine izin
vermeyelim” bile dedim. o da olur diye salladı başını. bunun dışında ona bir
şey söylemek, bir sigara paketine 21. sigarayı yerleştirmek demekti. yerleştiremedim. sarıldı bana, bıraktıklarından habersiz, hastalığını bilmeyen
bir taşıyıcı gibi. omuzlarımı tutup bana baktı. çok şey geçti içimden, çok şey
söylemek, o ana, o anda çok şiir yazmak. hiçbirini yapmadım, titremelerini belli
etmemeye çalıştığım dudaklarımla, “git” dedim. gülümsedi, evet yine yaptı,
yaraladı her yerimi. gitti. bıraktım rüyalarımdaki kızı, rüyalarımı çalacaktı
yoksa benden. her gece uyumak için sabırsızlanmamı, yatağa girdiğimde yorganı
kafamın üzerine kadar çekip hayaller kurmamı, huzur içinde, mutlulukla onu
görebileceğim için uykuya dalmamı, sabahları uyandığımda onu rüyamda
göremediğim için içine düştüğüm melankoliyi, akşam olduğunda, uyumaya
yaklaştığımda onu görme ihtimalime bir adım daha yaklaştığım için salgıladığım
endorfini çalacaktı benden. onun yeri, ellerim, kollarım, dudaklarım değildi,
beynimdi.
bir daha aramadım maria’yı, o da
aramadı. aşkımı aşkıma, sevgimi sevgilime tercih ettim. her gece uyurken, kıpır
kıpır oluyor içim hala, midem de kelebekler uçuşuyor rüyalarımın maria’sını
görebilme ihtimalimle. her gece uyurken fazladan sıkıyorum parfümümü.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder